17 Mart 1923 Tarsus

İstiklal Savaşı sonrası Mustafa Kemal ve silah arkadaşları yurdu dolaşmaya başlarlar ve Tarsus’a gelirler. Ulu Önder istasyondan şehre yürüyerek gider, etraf yol boyunca insan selidir. Erken saatlerden itibaren, O’nu bekleyen kalabalık içinden, çete giysili bir kadın, aniden Atatürk’ün yolunu keser ve ayaklarına kapanır. Dinmek bilmeyen göz yaşları içinde haykırır:

-“Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!”

Mustafa Kemal kadını yerden kaldırmak için eğilirken, Kurtuluş Savaşı’nda cephelerde çarpışmış Adile Onbaşı olduğu kulağına fısıldanır. Gözlerinde iki damla yaşa hâkim olamaz Ulu Önder. Güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutar, ayağa kaldırır ve der ki:

-“Kahraman Türk kadını. Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın! Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim diyemez.”

Yaklaşık 100 yıl öncesinden gerçek bir hikâye ile başlamak istedim. Aslında; VATAN sevgisinin temelinde, kadına verdiğimiz değerin önemi yatar.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az tabii ki!

Adile halanın şahsında, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları Şerife ve Necibe ile Gülsüm Bacıları, Peçeli Emine’yi, Zeynep, Kamacı Fatma, Sultan Ana, Hatice Hatun, Makbule Efe, Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, İzmirli Ayşe hanım, Gördesli Makbule, Gaziantepli Yirik Fatma, Adanalı Tayyar Rahmiye ve hayatını kaybeden tüm kadınlarımızı rahmetle anıyorum.

Kadınlar…

Anamız, ilk öğretmenimiz, eşimiz, sevgilimiz, kızımız, ablamız, kardeşimiz, çalışma arkadaşımız…

Farklı ülkelerde farklı konumlarda bulunan kadınlar; sosyal, ekonomik ve hukuki alanlarda yeni haklar elde etmekte iken, cinsiyete değil, zihniyete göre yaşamlarını sürdürürlerken, bazı coğrafyaların kadınları insan olduklarının bile farkında değil maalesef…

Onlar…

Dünyaya getiren, besleyip büyüten, baş tacımız…

Masmavi gökyüzü kadar, toprak kadar, ekmek kadar, kutsaldır…

Kadınlarımız.(1975/Neco)

Geçen hafta saat 19.00 civarında, meyve-sebze pazarının kurulduğu sokaklardan yürüyerek evime gidiyorum, kafamda “kadının toplumdaki yeri” düşüncesiyle. Kararmaya yüz tutmuş semanın altında, simaları tam seçilmese de,  sessiz, sedasız, kimi terlikli, kimisi topuksuz ayakkabılı kadın ve çocuk silüetleri.

 Sokak lambalarının olduğu yerlere yaklaşmamaya çalışıyorlar sanki! Yere dağılmış sebze-meyveleri topluyorlar. Bazısının elinde torbası var,  bazısı ise; bedeninden çok büyük kabanının ceplerine koymakta bulduklarını.  Araçlarına;  tezgâh, boş kasa, çuval ve varsa şemsiyelerini yerleştiren satıcıların sayısı azalmış, ortalık kasvetli hale bürünmüş! 7-8 yaşında var, yok. Bir kız çocuğu, yerdeki salatalıklara uzanmış, minik elleriyle yırtık poşetine doldurmakta. Kamyonun biri, sokağı neredeyse tam kaplamış, “yol benim diyen sürücüler gibi”. Tezgâhını toplayıp gidecek neticede. Her birimiz de gideceğiz bir gün, lakin o gün hangi gün? Ne/kim/nasıl sebep olacak bu gitmeye?

Dünya Emekçi Kadınlar Günü geldi her yıl olduğu gibi ve gidiyor ardına bakmadan… Her nerede olursa olsun, iki ayaklı dinamitlerin kol gezdiği zihniyetler var oldukça, kadınların acısı dinmeyecek!  İki hafta önce Muazzez Hanım ile sohbetimizde, 8 Mart ile ilgili ne söylemek istersiniz dediğimde: “Kadınlar günü olmayacak kadar eşit olmak isterim” demişti.

Kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden toplayalım herkesi. Bölmeyelim, çarpmayalım, çıkarmayalım, toplayalım. “İnsanlık” olsun adı. Adem ile Havva’dan beri  VAR olan, gerçekte VAR OL/AMAYAN.

Siyaset üstü değerlendirelim artık bu konuyu, çözüm bulalım!

Beşikten mezara kadar eğitim, eğitim, eğitim. Ama nasıl? Cinsiyet ayırımı yapmaksızın,  tüm insanlığa.  Sadece konuşarak değil, eğiterek, uygulamaya koyarak!

Son söz; hep birlikte var olalım, sağ olalım, insan olalım.