Demokrasiler sonsuz özgürlükler rejimi değildir. Aksine demokrasi sınırları olan bir kurallar rejimdir. O sınırları kaldırırsanız başkaları serbestçe sizin alanınıza girip tüm özgürlüklerinizi, hatta ülkenizi elinizden alabilirler. Tarih bunun örnekleriyle ve feci sonuçlarıyla doludur. Demokrasi sandıktan ibaret değildir. Sandık bir demokrasi aracıdır, refah niyetidir… Ama demokrasinin kendisi değildir. Gerisi zamana ve güvene bağlıdır.  

1789’da Fransa halkı monarşiye karşı ayaklandı. Ekonomi bozulmuş, halk bir dilim ekmeğe muhtaçken kraliyet ailesi ve etrafındaki toprak sahipleri, asilzadeler ve kilise mensupları lüks içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Köylüler, işçiler ve burjuva sınıfı (Kentleşmiş, geliri olan, üretim ve ticaret erbabı) en çok ezilen kesimdi. Dramatik bir kaos yaşanıyordu. Voltaire, Jan Jak Rousseau, Montesquieu gibi felsefeci ve aydınların yaydığı fikirlerle demokrasi ve milliyet kavramı oluştu. Halk, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganıyla isyan başlattı. Kral XVI. Louis ve Kraliçe Mari Antuanet tahttan indirildi. 1791 yılında bir kurucu meclis toplandı ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yayınladı. 1793’te kral ve kraliçe idam edildi. Cumhuriyet kuruldu. Meclis oluşturuldu. Yönetimi beşli konsül heyeti üstlendi. Ancak toplumsal uzlaşma sağlanamadı ve konsüllük önce üçe indirildi. Napolyon Bonapart önce birinci konsül oldu sonra tek adam durumuna geldi. Bu arada anarşi toplumun her kesimine yayılmıştı. Sonunda rejim Napolyon Bonapart tarafından yıkıldı. Yayılmacı ve milliyetçi bir diktatör olarak yönetimin tek ve otoriter hakimi oldu. Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik buraya kadardı. Savaşlar başladı. Yayılmacı politikalarla Fransa, imparatorluğa dönüştü. Ancak başlangıçta iyi giden işler zamanla tersine döndü. Müttefik karşı güçler (Rusya Prusya ve Avusturya) 1814'te Fransa'ya bir saldırı başlatıp Paris'i ele geçirdiler ve Nisan 1814'te Napolyon’u tahttan indirdiler. İmparator, Elba adasına sürgün edildi.

İtalya 1. Dünya savaşı sonrası galip devletlerarasında yer almasına rağmen diğer müttefikler İtalya’ya istediklerini vermemişlerdi. İtalyan halkı İngiltere ve Fransa’nın kendilerini kandırdığını düşünüyordu. Ekonomi bozuk, halk sıkıntı içindeydi. 1919 yılının Kasım ayında yapılan genel seçimlerde, savaşa hayır diyen Sosyalist Parti, 508 milletvekilliğinden 156’sını alarak birinci parti oldu. Ancak sosyalist devrim, şartlar çok uygun olmasına rağmen kendinden bekleneni veremedi. Sosyalistler hemen her şeye muhalif olmuş ancak yerine de farklı bir şey inşa edememişti. İtalyan halkı bu noktada da üçüncü bir çözüm yoluna sıcak bakmaya başladı. Bu çözüm diktatoryal bir rejim olan “faşizm”di.

Parti lideri Mussolini “Halk hiçbir zaman şimdiki kadar büyük bir otorite, liderlik ve düzen özlemi içinde değildi” diyecektir. 1921 seçimlerinde Ulusal Faşist Parti (PNF) parlamentoya 37 milletvekili sokmayı başardı. İtalyanlar ülkenin bu kaotik durumundan kurtulabilmenin böyle bir yönetimle gerçekleşebileceğine inanmaya başlamışlardı. Mussolini bundan yararlandı kendisine en yakın olan partilerle bir ittifak kurdu. Muhalefetin siyaset alanını daralttı.

1924 seçimlerinde Mussolini liderliğinde oluşturulan ortak liste, coşkuyla karşılandı. Artık Mussolini halk arasında lider, komutan, diktatör anlamına gelen “Duce” olarak anılıyordu. Mussolini seçim süreci için kendisine bağlı militan güçleri örgütledi. Kara Gömlekliler adında kurduğu militer güçler iktidar olanaklarını da arkalarına alarak, seçim öncesinde muhalefet partilerine saldırılar düzenlediler. Aleni olarak oy hırsızlığı yaptılar. Bu hırsızlık o kadar aleni ve büyük oranda gerçekleşmişti ki, seçime giren sosyal demokrat bir parti olan Birleşik Sosyalist Parti lideri Giacomo Matteotti, meclis önünde seçimlerin iptal edilmesini talep etti. Birkaç gün sonra Kara Gömlekliler tarafından öldürüldü. Ve aceleyle, faşist Ulusal Liste’nin seçimleri yüzde altmış beş oy oranıyla kazandığı ilan edildi. Bundan sonrası malum. Yayılma ve savaş politikaları, II. Dünya savaşı, 1943’te hezimet ve faşist diktatörlüğün ve Mussolini’nin feci sonu...

Almanya’da 1930’ların başlarında, tatsız bir hava hüküm sürüyordu. 1929 dünya ekonomik krizi ve 1. Dünya Savaşı’nda yenilmiş Almanya’nın inanılmaz tazminatlar altında ezilmesi ülkeyi çok sert vurmuştu. Almanlar, Weimar Cumhuriyeti olarak bilinen zayıf hükümetlerine güven duymuyordu. Bu şartlar, yeni bir liderin, Adolf Hitler’in ve partisi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (kısa adıyla Nazi Partisi) yükselişi için fırsat sağladı.

Hitler, değişimi sabırsızlıkla bekleyen, geniş bir Alman kitlesini cezbeden, güçlü ve son derece iyi bir hatipti. İnancını kaybetmiş insanlara daha iyi bir hayat, yeni ve muzaffer bir Almanya vadediyordu... Partinin iktidara yükselişi hızlı oldu. Ekonomik buhran vurmadan önce hemen hemen hiç bilinmeyen Naziler, 1924 seçimlerinde Reichstag’ın (Alman parlamentosu) yalnızca yüzde 3’ünü almıştı. 1932 seçimlerinde ise tüm diğer partileri geçerek, oyların yüzde 33’ünü aldı. Ocak 1933’te Hitler şansölye, yani Alman hükümetinin başı olarak atandı. Pek çok Alman, uluslarını kurtaracak kişinin bulunduğuna inandı, destek verdi. Sonuç 2. Dünya Savaşı, işgaller, 1939’dan 1945’e altı yıl süren büyük savaş  55 milyon insanın katledilmesi Hitler’in ve Almanya’nın feci sonu..

Görülüyor ki; dünyanın felaketlere uğradığı, otokrasinin hakim olduğu dönemlerin hepsinde, önce demokrasi için yola çıkılıyor, özgürlükler araç olarak kullanılıyor ama sonuçlar bambaşka oluyor. Sonunda demokrasiler katlediliyor ve bir kaos dönemine giriliyor. Üretmiyorsanız, enflasyonunuz yüksek, gelir dağılımınız adaletsiz, vergi düzeniniz bozuk, zengin fakir arası makas çok açık, iktidarlarınız denetimden uzaksa, yani kötü yönetiliyorsanız halkınız da iyi bir eğitimden geçmemişse sandık sonunda diktatoryal rejimlere kapıları açıyor ve bu paradoks bir kısır döngüye dönüşüyor...

Siyaset bilimcilerinin söylediği şudur:

Otokrasilerde de seçim vardır... Ancak bu bir amaç değil, araçtır. Örtülü faşizm koşullarında seçimlerin siyasal yapıya yerleşik olduğuna ve diğer yandan aleni faşizm koşullarında seçimlere ancak belirli bir eşiğe kadar yer verildiğine rastlanabilir. Ne var ki; seçimler her iki koşulda da, siyasal gücün meclise yansıyan çoğunluğundan çok, sınırsız bir güce gösterilen rızanın göstergesi olarak belirmektedir.”

Ernest Hemingway; “Kötü yönetilen bir ülkenin ilk uğrağı parasını değersizleştirilmek, ikincisi savaştır. İkisi de geçici bir refah sağlar ama kalıcı bir yıkım getirir. İkisi de politik ve ekonomik fırsatçıların sığınağıdır.” diyor.

Akif’in dediği gibi “Beş bin senelik kıssa yarım hisse verdi mi?” acaba?