Emperyalizmin topraklarını bölüştüğü bir ülkenin halkları karşısında nasıl yenildiğinin bir örneği. Bu zaferin sonucunda kurulan bir cumhuriyet.

29 Ekim 1923.

29 Ekim 2013.

90 yıl olmuş.

Bu süreç içinde ne iktidarlar geçti, başbakanlar, cumhurbaşkanları, milletvekilleri, partiler,…

Cumhuriyet ile ilgili bir çok yazı yazdım.

Bu kez tarihçesi, neler yaptık, neler yapmadık gibi konulara değinmeyeceğim.

Cumhuriyetin kuruluş yıldönümü nedeniyle açıklamalar, yürüyüşler, mitingler, fener alayları gibi etkinlikler yapılıyor.

Yani kutlanıyor.

Ben, Kurtuluş Savaşı’nı Nazım Hikmet’in ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ ile anlatmayı seviyorum. İsteyen bu destanı bulup okuyabilir.

Nâzım 1940’ta Çankırı Cezaevi’nde yazmaya başladığı destanı 1941’de Bursa Cezaevinde tamamlar. Aslında buna destanın ilk hali dememiz gerekir. Bu haline daha sonra eklemeler yapacak ve destanı parçalara ayırarak, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içine  yerleştirecektir.

Cumhuriyet’in ilk yılarının zor koşullarda çok şeyler yaptık.

Ondan sonra da göbeğimiz başka yerlere bağlamayı yeğlemişiz.

1946’dan itibaren ABD ile el ele tutuştuğumuzdan   beri elimizi kurtaramadık bir türlü.

1950 yıllarda ülkeye ‘asfalt’ getirdik diye övünen iktidar geldi. Gelen asfalta baktığımızda bu asfaltın madenlere kadar giden bir asfalt olarak göremedik.

Yerli uçaklar, yerli otomobiller üretmişiz.

Şimdi ne yerli uçağımız var ne de otomobilimiz…

Cumhuriyet’in kazanımları olan KİT’leri yabancılara veya uluslar arası şirketlerin yerli işbirlikçilerine sattık.

Toprakları sattık. Topraklarımızın üzerine ‘üs’ler kurdurduk.

ABD çavuşların askerlerin başına çuval geçirmesini gördük.

Toplumcu bir düzen isteyen, bağımsızlık,demokrasi ve insan haklarının yerleşmesi için mücadele eden, barış isteyen, emeğin sömürülmesini istemeyen genç, yaşlı, gazeteci, aydın, yazar, sanatçıların öldürüldüğünü,  cezaevlerine tıkıldığını gördük yaşadık.

Dini siyasete alet edip iktidar olanları gördük. Dini, mezhep’i, ırkı, dili, kültürünü öne sürüp bu ülkenin yurttaşlarını otellerde yakıldığını da gördük.

Oysa,  emperyalizme karşı  savaşan bu ülkenin halkları Nazım Hikmet’in şiirinde dediği gibi “Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi

uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu,

bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim..”  hep bir ağızdan söylüyorlar..

ABD, Nato, Ortak Pazar, AB filan derken biz ‘Yerli Malı’ndan da vazgeçtik.

Avrupadan, ABD’en ithal edilen malların en kalitesini kullanmaya başladık.

Öyle ki Avrupa’da yeni çıkan otomobiller, cep telefonları, giysiler önce biz kullanarak bunu öğünç meselesi yaptık.

İthal sebzeler, meyveler hatta ithal hayvanları yediğimizden övündük.

Siyasiler bunları göstererek ve anlatarak ne kadar zenginleştiğimizi, Avrupalılaştığımızı olduğumuzu söylüyorlardı.

Neler kaybettiğimizi hiç söylemediler.

Cumhuriyetin kazanımları tek tek elden giderken ‘trene bakar’ gibi baktık.

ABD İstanbul Büyükelçisi’nin ‘bizim çocuklarımız’ dediği 12 Eylül’ün generallerinin yaptığı darbenin kimin işine yaradığını yıllar sonra öğrenebildik.

Yani ne iktidarlar gördük…

‘Ananı al da git’ diyen başbakan…

‘Hadi takla at da görelim’ diyen bakan…

‘Kışla ile camii’ arasında giden bir toplumun nasıl yaratıldığını gördük.

Yoksulluk ve açlık sınırlarının her ay arttığı bir ülkenin çocuğu olduk.

İşsizler ordusunun ‘general’leri üniversiteli gençlerimiz oldu.

Milyonlarca insan Asgari ücretle yaşamanın mucizesi anlatılan bir ülkenin bireyi olduk.

Velhasıl atalarımız emperyalizme karşı bağımsızlık için çağdaş bir ülke olmak için savaştılar, zafer kazandılar; can pahasına…

“(…)bizim kadınlarımız 
şimdi ayın altında 
kağnıların ve hartuçların peşinde 
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi 
aynı yürek ferahlığı, 
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. 
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde 
ince boyunlu çocuklar uyuyordu. 
Ve ayın altında kağnılar 
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.”

29 Ekim 1923

29 Ekim 2013

90 yıl olmuş.

90 yıl sonra bile Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi bağırıyorum….

Hava kurşun gibi ağır!/ Bağır/ bağır /bağır/ bağırıyorum./ Koşun/ kurşun/ eritmeğe/ 
çağırıyorum../. O diyor ki bana:/ — Sen kendi sesinle kül olursun ey!/ Kerem/ gibi /
yana/ yana../. «Deeeert/ çok,/ hemdert /yok»/ Yüreklerin/ kulakları /sağır./.. Hava kurşun gibi ağır.../ 
Ben diyorum ki ona:/ — Kül olayım /Kerem /gibi /yana/ yana./ Ben yanmasam/ sen yanmasan/ biz yanmasak,/ nasıl/ çıkar/ karanlıklar/ aydınlığa../ Hava toprak gibi gebe./ Hava kurşun gibi ağır./ Bağır/ 
bağır/ bağır/ bağırıyorum./ Koşun/ kurşun/ eritmeğe/ çağırıyorum..”