Eskişehir sanatçılarının Yunus Emre mücadelesi

Abone Ol

Şair Fuzuli Caddesinde, Rusya’dan kaçmış bir ayakkabı tamircisi vardı. Türkçeyi çok zor konuşuyor, zor anlıyordu. Bizim ayakkabılarımızı o tamir ediyordu. Liseye giden büyük ağabeyim bir gün anneme “Bizim ayakkabı tamircimiz Yunus Emre Divanı okuyor” diye anlattı. Annem Milliyet, Akşam, Cumhuriyet gazeteleri, Çetin Altan, İlhan Selçuk, Ulunay gibi yazarları okuyan kadındı ve ağabeyimle Yunus Emre’yi konuşmuşlardı.

Ben 11-12 yaşlarımda idim. 14-15 yaşımda da Abdülbaki Gölpınarlı’nın Varlık Yayınlarında yayınlanmış küçük boy “Yunus Emre –Hayatı ve Şiirleri” kitabını cep harçlığımla almıştım. Daha sonra ki yıllarda da Prof. Orhan Oğuz’un kurduğu Eskişehir Turizm Tanıtma Derneği’nin yayınladığı Halim Baki Kunter’in “Yunus Emre Bilgiler ve Belgeler” kitabı gibi kitaplarım olmuş, okumuştum. 1965 yılından beri de Eskişehir’deki Yunus Emre anmalarını izliyordum. 1971 yılında Almanya’dan Yücel Saraçoğlu’na yazdığım bir mektubumda; “Burada 300 yıl önce yaşamış sanatçılarına, şairlerine faaliyetler yaparak onu yaşatıyorlar, aralarında yaşıyormuşcasına tanıyorlar” diye yazmıştım. O da, o günler “Yunus Emre” diye kitap hazırlıyordu. Hatta, Yücel yayınladığı Özgür dergisinin bir sayısını “Yunus Emre Özel Sayısı”yapmıştı. Dergide Abdülbaki Gölpınarlı’ın Yunus’un mezarı ile ilgili önemli bir yazısını da yayınlamıştı. Şahin Özyüksel’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Heykel Bölümünü okurken “Yunus Emre’nin niçin heykeli yok?” sorusunu düşünmüş. “Yunus Emre nasıl yorumlanır?” arayışında idi.

1976-77 yıllarında “Eskişehir’de niçin sanat etkinlikleri yok. Neler yapılmalıyız?” diye bir araya gelmelerimiz başladı. Anayasa’nın “Devlet sanatı ve sanatçıyı destekler” maddesinden hareketle örgütlenmeye, bir sivil kurum kurmaya karar verirken, niçin, neler yapacağız? Önce bu sorulara yöneldik. İlk konumuz; Eskişehir’in değerlerine yani Yunus Emre, Nasreddin Hoca ve Lületaşı başta olmak üzere Seyitgazi ve Frig Vadisi ve Frigler de vardı. Aynı günlerde Atilla İlhan’ın genç yaşta gittiği Fransa’dan gördükleri karşısında, kendimizi sorguladığı, anılarını anlattığı “Hangi Batı” kitabını da okumuştuk. Atilla İlhan kitabında: “ Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Danté’den küçüktü, İtri ise Bach’ın eline su dökemezdi.” diyordu. Bundan oldukça etkilenmiştik. “Yunus Emremiz için neler yapmalıyız? Biz bunda sorumluyuz” diyerek oturup konuştuğumuz günler başladı.

Bu gün gibi anımsıyorum konuştuklarımızı. Yunus Emre anmalarını daha önceki yıllar izliyorduk ve . anmalar camiye dönüşüyordu. Arada “Yunus alevi çevresinin ozanı” diyeler çıkıyordu, büyük tartışmalar yaşanıyordu. Gerçekte; Abdülbaki Gölpınarlı, Talat Sait Halman, Sabahattin Eyuboğlu gibi araştırmacıların da dediği gibi Yunus Emre, iki yönü, daha doğrusu iki dönemi olan şairdir. Bir yönü ile çağdaşları gibi dine hizmet etmiş yönü. Diğer yönü tasavvuf ve hümanst yönüdür. Bunun üzerinde durduk. Biz çağdaş yorumla yeni bakış getirmek istiyorduk. Bizden de bu bekleniyordu (Devam edeceğim)