Elinize bir kılıç alıp Ayasofya minberinden lanetler okuyarak bağırırsanız, İslam’ın gerçek anlamı olan “barış” vurgusu yapmadan nefret söylemleriyle hutbe okursanız, o zaman ikide bir dünyadaki İslamofobi’den şikayet etmeyeceksiniz. O minberi tarihi kişilere kendi kişisel nefretinizi kusmak için kullanırsanız ve tarih okumadan olmamış şeyleri olmuş gibi hamaset nutukları atarsanız komik olmaktan öte tehlikeli olursunuz. Halk ikiye bölünür. Ülke kaynayan kazana benzer.

Bazı şeyleri bilmekte yarar var . Konuyu yine Fatih’ten açacağım. Bakalım Fatih vakıflar hakkında gerçekten de neler yapmış ve onları gerçekten dokununca yanan, dokunanın lanetlendiği bir varlık olarak görüyor mu? 

Osmanlı Devletini imparatorluk yapan, Osmanlı tarihinin en büyük padişahı. Fatih’ i diğer Osmanlı padişahlarından ayıran ve onlardan daha büyük yapan sadece İstanbul’un Fethi değildir. Tarih öğretilerinde ve Türkiye’deki Siyasal İslam hareketi açısından günümüz  Türkiye’sinde böyle bir algı yerleşmiştir. Fatih tanımı sadece İstanbul’ un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Birçoğumuz Fatih’ in vakıfları, tarikatları, tekke ve zaviyeleri kapatıp, bunlara ait arazileri, mülkleri kamulaştırdığını bilmeyiz.

Kaynağım Halil İnalcık Hocadır.  “Akademik Ders Notları 1938-1986” kitabında bu konuyla ilgili bilgiler veriyor. Yazıcı olarak bilinen Tarihçi Tursun Beg’i  de  (Tursun Bey) kaynak olarak gösteriyor.

Buna göre ;

Fatih, saltanatında  20.000 köy ve mezranın vakıf statüsünü kaldırmış, tekke ve zaviyeleri kapatmış, topraklarını kamulaştırmıştır. Bunu bilmeden “Vakıflara dokunan yanar, lanetlenir” demek “şüyuu vukuundan  beter “ bir iştir. (Bir söylemin dedikodu şeklinde yayılması olayın gerçekleşmesinden daha kötüdür anlamında) . Bunların topraklarını devlete mal edip tımar ve zeamet olarak askere dağıtmıştır. (Tımar küçük, Zeamet daha büyük yıllık geliri olan topraklardır)

Bu, imparatorluk ölçüsünde büyük bir “Toprak Reformu” dur. Bu hareketin genişliğini biz tahrir (kayıt defteri) defterlerinden izleyebilmekteyiz. Toprak Reformu, Atatürk’ün ve Cumhuriyet yöneticilerinin çok isteyip yapamadığı devrim niteliğinde reformlarından biridir...

Eski bir Karaman defterinin başına konan fetvaya göre kamulaştırma, bir vakfın o tarihte asıl amacını yerine getiremediği, cami ve tekke gibi binaların harap olduğu ve artık işlemediği, böylece vakfın asıl gayesinin ortadan kalktığı ileri sürülerek yapılmıştır.. Bazen de mülk veya vakıf için sultandan izin ve berat alınmaması nedeniyle bu gibi bütün mülk ve vakıflar kaldırılmıştır. Fatih merkezi hazinede devletin ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyük gelir kaynakları yaratmak çabasındaydı. Bu, ancak vakıf ve mülk halindeki toprakların özel kişilerin mülkiyetinden veya vakıfların elinden alıp devlete mal edilmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu açıdan bakarsak Fatih’in devletçilik yönü ortaya çıkıyor. Tabii her devrimde çıkarları yok edilenlerin bir de karşı devrim hareketleri vardır. Nitekim Fatih yaşamında bunun sonuçlarıyla karşılaşmıştır.

Vaziyet, buralardan çıkar sağlayan ve bu vakıfların sahibi olan medrese ve din ağalarının, geniş toprak sahiplerinin, gelir kaynakları elinden giden beylerin, paşaların, ulemanın, zaviye sahibi dervişlerin ve Osmanlı öncesi aristokratik ailelerin hiç de hoşuna gitmemişti.. Bunların arasında sayıca en büyük kalabalığı, küçük vakıflarla işleyen derviş zaviyelerini, şeyhleri ve dervişleri sayabiliriz. Bu durum Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün verdiği mücadeleyle özdeştir.

 Egemen sınıfın büyük bir bölümünü ilgilendiren reforma karşı olanlar geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler. Bunun din prensiplerine ve şeriata aykırı olduğunu, dine hizmet edenlerin mağdur edildiğini ileri sürüyorlardı. (Aynen bu günkü gibi)  Tarikatlardan, Halvetiye dervişleri Orta Anadolu’ da yoğun bir propaganda faaliyetine giriştiler ve Amasya’ da 2. Şehzade Bayezid’ i  (Yavuz Sultan Selim’in babası ) karşı hareketin öncüsü yaptılar.. Doğrudan doğruya sultanın kendisine yönetilmeyen eleştiri ve saldırılar, reformdan sorumlu devlet adamlarına, başlıca veziriazam Karamani Mehmet Paşa’ ya yönelttiler. (Atatürk ve İsmet İnönü gibi) .. Böylece toprak reformu, devletin içinde bir iktidar mücadelesi niteliğine dönüştü.

Mehmet Paşa aynı zamanda Fatih zamanında devlet iktidarını kendi tekelleri altına almış olan devşirme paşalara karşı da bir tepkiyi temsil etmekteydi. Sadrazamlığında Divan’ da vezirliklere kendisi gibi ulemadan kişileri atıyordu. Bu davranışlarının bedelini Fatih’in ölümünden sonra hayatıyla ödedi.

Bu mücadele 1482 yılında Fatih’in bir sefer için otağ kurduğu Gebze’de aniden rahatsızlanarak ölümüyle veya öldürülmesiyle son buldu. Bir hekimbaşının o’na içirdiği bir şerbetin hemen arkasından karnına büyük sancılar giren Fatih çok geçmeden son nefesini verdi. Tarihçilerin büyük kısmı Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğü kuşkusunu güçlü bir şekilde dile getiriyorlar. Aynı şeyin Mustafa Kemal Atatürk için de söylendiği olur.

Bu noktadan bakıldığında Fatih Sultan Mehmet’le, Mustafa Kemal Atatürk’ün merkezi devletçilik anlayışı, kültürel benzerlikleri, reformcu davranışlarıyla birbirlerine ne kadar çok benzediklerini görüyoruz. Hatta çıkarları için, siyaset için, dini kullananlara karşı bakış açılarının birebir örtüşmesi ilginçtir.. O yüzdendir ki Atatürk  en çok takdir ettiği devlet adamlarından bahsederken onun sadece fetihçi yönlerini değil, hem asker hem devrimci yönlerini bildiği için Fatih Sultan Mehmet’i ilk sırada sayardı.

Devamında Fatih Sultan Mehmet’in yerine çıkan II. Beyazıt son derece bağnaz ve sofu bir görüşe sahipti. Fatih’in bütün yeniliklerini yerle bir etti. Tablo ve sanat eserlerini her yerden kaldırttı, imha etti. Koyu bir şeriat uyguladı. Sonuçta Osmanlı, Avrupa’da başlayan aydınlanma hareketini ( Rönesans ve Reform dönemlerini ) ıskalayıp 15 ve 16. Yüzyıldan itibaren çöküş dönemine doğru gidişin zeminini hazırlamış oldu.

Kimler tarih bilmek zorundadır? Bu soruya cevabım kesinlikle yönetenler olacaktır. Çünkü içinde yaşadığımız coğrafyada bin senelik tecrübeye rağmen hala geçmişimizin dikenleri üzerinde oturuyoruz. Hala bize bu yurdu çok gören devletler ve kendi içimizdeki çıkar odaklarıyla mücadele ediyoruz. Dünyada hiçbir ülke bizim gibi bin senedir kendi toprağında  var olma mücadelesi vermedi.. Tarihin tünellerine girerseniz sonuçta Sevr’e giden yolu görürsünüz. İşimiz hala zordur. O yüzden bir tarihsel perspektif açısı olmayan yöneticiler Lozan’ı yok sayarak bir ihanet girdabının içine düşeceklerinin  bilincinde olmalıdırlar..

Ve, tarih yazanlar yapanlara sadık kalmadığı sürece daha ne kadar yol alabiliriz meçhul..