Marx’a göre, tarihte ne olmuşsa başka türlü olmayacağı için öyle olmuştur. Felsefe bu görüşe Determinizm diyor. Yani neden-sonuç ilişkisi.  Dünyanın belirli bir anındaki durumunun, önceki halinin sonucu ve gelecekteki durumunun sebebi olduğunu kabul eden görüş...

Tarihimizde bir refah ülkesi olabilmek için önümüze sayısız fırsatlar geçmesine rağmen bunların hiç birisini kullanamamak, krizlerin, ayrılıkların ve düşkünlüğümüzün nedenleridir. Yaşadıklarımızsa bunların sonuçları.

Sebeplerden bir çıkarım yapamadığımız gibi, yüzme bilmeyen birinin bu işi öğrenmeden her defasında kendini denize atıp yüzeceğini sanmasına benziyor. Çoğumuz bu durumu eğitim, öğretim zayıflığına bağlarız. Bu doğru olmakla birlikte gelenekçilik ve çarpık inanç hastalığı da sosyal bir olgu olarak karşımızda duruyor. Peki bütün bunların nedeni sadece bu mudur?  

Osmanlı bir tarım imparatorluğu idi. Dünya, endüstriyel makineleşmiş üretim devrimini tamamlayıp kapitalist sisteme geçerek kentleşirken, Osmanlı medrese sınıfı “ahlakımızı, örf ve adetlerimizi bozacağı” korkusuyla ayak diredi. Bunun en önemli sebeplerinden biri medrese erbabının ve ulema sınıfının imtiyazlarının ve akçelerinin ellerinden gideceği korkusuyla dindar ama cahil kesim üzerindeki tahakkümüdür.

Batı dünyası kilise tahakkümünden kurtulup din ve bilimden ortak bir sentez çıkarmayı başardı. Buna bağlı olarak keşifler, buluşlar yaptı. Üretim ve tüketim için kurumlar kurup, sınıflar yaratıp bilinçlendi. Daha fazla üretim için silah zoruyla sömürgeler edindi, buradaki insanları köle düzeniyle çalıştırdı. Osmanlınınsa hiç sömürgesi olmadı çünkü endüstri yoktu, üretim yoktu, dolayısıyla hammadde ve çalışacak insan gücüne ihtiyacı yoktu. Aksine topraklarında yaşayan tebadan, özellikle Araplardan etkilendi ve buralardan kültür ithal etti.

Dünyada ilk banka 1609’da Amsterdam’da kuruldu. Osmanlı’da ilk banka 238 yıl sonra 1847 yılında Bank-ı Dersaadet – İstanbul Bankası (Banque de aConstantinople) adıyla faaliyete geçti. Kurucuları ise Galata Bankerleri Fransız Jacques Alleon ve Venedikli Theodore Baltazzi adında iki gayrimüslimdi. Sonra yine Fransızlar Osmanlı Bankası’nı kurdular. Bizim gerçek anlamda ilk bankamız Türkiye İş Bankası’dır ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyet döneminde kurulmuştur. İlk borsa 1724 yılında Fransa’da kuruldu. New York borsası 1792’de. Bizim ilk borsamız 1985’te.

Yani Osmanlı kapitalizmi beceremediği için bir tarım toplumu olarak kaldı. Ta ki çöküşüne kadar bu değişmedi. Cumhuriyet rejimi, aynı batı gibi bir sanayi ülkesi ve kentleşmiş insan toplumu hedefledi. Fabrikalar kurdu, yetişmiş meslek sahibi insan gücünü artırabilmek için eğitim ve öğretim kurumları oluşturdu. Banka kurdu. Din bezirganı, hazineden ve halkın sırtından geçinen ruhban sınıfının hakimiyetini kırmak için mücadele etti. Bilimsel ve akılcılığa dayalı bir eğitim politikası oluşturdu. Bilim ve sanatı destekledi. Sanayi toplumu olabilmenin başka yolu yoktu. Tarımsal üretimi artırıp endüstriyel topluma lokomotif yapmak istedi. Atatürk’ün ölümüne kadar bu hedef için epey yol alındı. Ancak ölümünden sonra siyasetçiler, bu hedefi iktidarlarının devamı için göz ardı ettiler. Eğitim ve öğretim işini sulandırıp yerle bir ettiler. Medrese düzeni isteyenlere taviz vere vere bizi bu günlere getirdiler. Kalkınmanın kentleşmeden geçeceği savıyla büyük köylü kitlelerini şehirlere doldurdular. Köylüler kentleşmedi ama kentler köylüleşti. Çünkü kentleşme endüstriyel kalkınmanın bir sonucuydu ve kalkınmayla birlikte kendiliğinden olması gereken bir olguydu.

Çetin Altan’a göre - “Öğrenim” kazanmak için gerekli “bilgilenmeler”, “Eğitim” ise yaşamak ve harcamak için gerekli “görgülenme”lerdir. Öğrenimi okullar verir. Eğitimi ise aile ortamı ve çevre... Bu basit denklemi çözemediğimiz için ortaya çıkan dram bütün korkunçluğuyla kuşakları bir yerinden yakalayıp acımasızca çarmıha germiştir.

İki şeyi bir türlü öğrenemedik.  Birincisi yaratıp üreterek kazanmasını, ikincisi yaşayıp tüketerek harcamasını. Kazanmanın peşine düşenler, çözümü yaratıcılıkta değil, aç gözlülükte aramışlar, üretenler ise emeklerini daha iyi değerlendirme çabasına girememişler, yaşamayı ıskalamak istemeyenler  “ayıp, günah, yasak” barikatlarıyla çemberlenmişlerdir.

Bugüne gelirsek. Türkiye işte bu bilgilenmemiş ve görgülenmemişlerin medrese kafasıyla yönetmeye kalktığı bir ülke olarak, ne kazanmak ne de yaşayıp harcamak şansına sahip olamıyor. Bu alanda aileler, çevre ve çağdaş bir bilgilenme ve görgülenme için çocuklarının donatımını sağlayabilmek şöyle dursun çocuklarını kendi çarpık geleneklerinin devamı olmaya zorlayan bir heyülanın içine soktular.

Hulasa Marx doğru söylüyordu. Böyle giderse şu andaki durumumuz, önceki halimizin sonucu ve gelecekteki durumumuzun sebebi olacaktır.