“Mecidiyeköy’de eski Ali Sami Yen stadyumunu arazisinde yapılan rezidans inşaatında 10 işçinin ölümü ile sonuçlanan asansör faciası,….”
Haberlerde böyle söylendi…
Oysa orada ‘katliam’ vardı, ‘cinayet vardı’, ‘işçiye bir kuruş dahi değer verilmediği’nin bir göstergesi vardı.
‘Kader’ denilir, ‘suçlular bulunacak ve yargılanacak’ denilir…
Yıllardır hep böyle oldu..
Yasalar değiştirildi; ‘iş güvenliği,…’
Yasalar değişti de işçilerin ölümleri hep sürdü…
Ölüm hep işçinin kapısını mı çalar?
Rant uğruna, az para ile çok iş yapmak, kar hırsı,….
İş güvenliğini almazsın, işçinin örgütlenmesine karşı çıkarsın, sendikalı oldu gerekçesiyle işten atarsın, işçinin emeğinin hakkını vermezsin, sonra üretimden, çalışma barışından söz edersin…
Sözcükler yüreğimde düğümleniyor…
O yüzden şiirlerle bir şeyler anlatmaya çalışayım:
İş cinayetleri ile yaşamlarını yitiren binlerce işçi gün batmadan ve doğmadan ölüverdiler…
Oktay Rıfat Horozcu’nun bir şiiri; 
"Harcını çekiyorlardı yapının,/kara bir don, belden yukarsı çıplak./
yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,/pencereden görünecek dallarını, komşunun yarısını,/ağaçların arasında kaybolan yolunu,/durulacak yerlerini çekiyorlardı, bütün o noktaları,/aşkı, ki saklanırız çoğu kez sevişmek için,/
köşeleri çekiyorlardı, merdiven başını,/mutfağın sofaya vuracak aydınlığını,/
bir kızın ölüşünü ansızın/iki kapı arasında, yaz başlangıcı olabilir,/saksılar olabilir, hasekiküpesi, cezayirmenekşeleri,/yalnızlıkları çekiyorlardı, öpüşleri,/karşı çıkışları, susmalara karışan böğürtleni,/bir denizden uzaklara çıldırmanın sevincini,/bükük beli, koltuktakini, sofada yürüyeni,/kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği/o kokulu ağacı, kabuklarını döktükçe büyüyen,/
semizotunu masada, maydanozu domatesi,/kaşığa uzanmayan eli ve lokmayı boğazda düğümlenen,/doğacak oğlanı ölmeden önce/bir nisan yağmurunda avucunda güneşle./
Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen,/orasını çekiyorlardı işte, tam orasını,/
umutların ömrümüzden döküldüğü yeri/ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru./Onlarsa gün batmadan gidecekler."
Bertol Brecht ‘Okumuş Bir İşçi Soruyor’ diyor…
"Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/ Kitaplar yalnız kralların adını yazar./ Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?/ Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,/ kim yapmış Babil’i her seferinde?/ Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar/ altınlar içinde yüzen Lima’nın?/ Ne oldular dersin duvarcılar/ Çin Seddi bitince?/ Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!/ Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?/ Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?/ Yok muydu saraylardan başka oturacak yer/ dillere destan olmuş koca Bizans’ta?/ Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,/ boğulurken insanlar/ uluyan denizde bir gece yarısı,/ bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden./ Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?/ Tek başına mı aldıydı orayı?/ Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?/ E bir aşçı olsun yok muydu yanında?/ İspanyalı Filip ağladı derler/ batınca tekmil filosu./ Ondan başkası ağlamadı mı?/ Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?/ Yok muydu ondan başka kazanan?/Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı./ Ama pişiren kim zafer aşını?/ Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam./ ama ödeyen kimler harcanan paraları?/İşte bir sürü olay sana /Ve bir sürü soru."
Sor artık, sorgula, ‘ölüm hep senin kapına mı gelecek’
Nazım Hikmet’in şiiri ile işçileri selamlıyorum.
"Türkiye işçi sınıfına selâm!/ Selâm yaratana!/ Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!/ Bütün yemişler dallarınızdadır./ Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,/ haklı günler, büyük günler,/ gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,/ ekmek, gül ve hürriyet günleri."