Bir virüs geldi bildiğimiz her şeyi unutturdu. Dünya ekonomisinin devlerinin silahları, bombaları, teknolojisi virüse ulaşamadı. Savaşlar durdu. Ekonomiler yavaşladı…

Doğal yaşam kendine geldi. Hava temiz, kuşlar en güzel şarkılarını söylüyor. Yaban hayvanları şehirlere indi, İstanbul’dan bakınca Uludağ’ın karlı tepesini görür olduk. Karbon emisyonu düştü, kent insanı oksijeni bol havayla karşılaştı. Sosyal yardımlaşma duygusu öne çıktı, devletlerin, hükümetlerin sosyal politikalar üretmesi gerçeği siyasetçilerin yüzüne vuruldu. Gıdanın ve su kaynaklarının önemini bu virüs sayesinde daha iyi anladık.

Doğa bir denge arayışındadır. Yaptığınız ve ona zarar verdiğiniz ölçüde kendini dengelemek isteyecektir. Bunu kafalara yerleştirmek gerek…

Peki virüs sonrası dünyanın ve ülkemizin nasıl olacağı konusunda bir öngörünüz var mı? Dünyayı bir kriz mi bekliyor, yoksa bir kaos mu? Çoğu insan salgın sonrası hiçbir şeyin eskisi olmayacağını söylüyor. Benim tahminim ya bir kriz ya bir kaos olacağıdır. Krizler yönetilebilir ama kaoslar yönetilemez ve sonuçları krize göre daha yıkıcı olur. Umarım başka bir savaş çıkmaz. Bu durumda ülkemizi bekleyen tehlikeler için ne kadar hazırız?

Temel sorun dünyaya biçim veren yargıların veya kavramların değişip değişmeyeceğidir. Bu sistem ne kadar sürdürülebilir? Neoliberal kapitalist politikaların dünyayı özellikle de bizi felakete sürükleyeceği ortaya çıktı.

Virüs sonrası ülkeler arasında bir içe kapanma dönemi yaşanacağını öngörenler çoğunlukta. Sınırlar eskisi gibi herkese açılmayacak. Yani kendi kendine yetebilme durumu bir sorun olarak karşımıza çıkacak. Bizim için en temel sorun gıdadır. Türkiye olası bir gıda sorununu nasıl çözebilir? Bunun için bir master planımız var mı? Bence yok. “Ekilmemiş bir karış toprak kalmamalı” sözü biraz havadadır. Toprağı ekenler maliyetlerin altından kalkabileceği bir hesap bekler. Verim almanın bilimsel yollarının bulunmasını bekler. Kesinlikle bir hesap kitap ve üretim planlaması gerekir. Son yıllarda olduğu gibi tarımsal ürünleri ithal etme modası artık zor görünüyor.

Ülkeler ilk iş olarak gıda satışlarını kısıtladı veya yasakladı. Bizse tarımı ve hayvancılığı ithal ikameli hale getirdiğimizden bu işten sıkıntılı çıkacağımız belli. Türkiye’de çiftçi sayısı son 10 yılda yüzde 38 azaldı. Tarım alanları da son 15 senede yüzde 12 küçüldü.

Hayvancılık ayrı bir sorun. Türkiye, büyük baş hayvan ithalatında en ön sıralarda.  Meralarımız 1940 yılında 44,2 milyon hektarken,1960’ta 28.7 milyon hektara, 1990’da 14,2 milyon hektara düştü. Bugün 10.3 milyon hektardır. Meraları betona ve taşa feda ettik. Tarım ve hayvancılık bir üretim modelidir. Oysa inşaat bir tüketim modeli.

Öncelikle çok acil bir tarım ve hayvancılık seferberliğine ihtiyacımız var. Bu sektör piyasa tekelciliğinin eline bırakılamaz. Orta ölçekli kooperatifçilik, bilimsel ve verimli tarım metodları, yerli tohum desteği, yem üretiminin kendimize yeter hale getirilmesi, girdi maliyetlerinin karşılıksız sübvansiyonu gibi modeller acilen geliştirilmelidir.

Türkiye yakın vadede aşırı fiyat artışları, yüksek enflasyon ve mal sıkıntısı, işsizlikte patlama gibi (ki sosyal olarak en tehlikeli duran problem) gergin konulara hazırlıklı olmalıdır. Türkiye, devleti ve halkı gırtlağına kadar borçlandıran neoliberal tüketim modelinden vazgeçmelidir. Bir yandan yeni üretim modelleri geliştirirken bir yandan da 1923-38 arası gibi devlet öncülüğünde bir kanaat ekonomisi benimsemelidir.