Geçen gün televizyonda “Güven Bana” adlı bir programa denk geldim. Yarışmanın mantığı; soruları birlikte cevaplayan iki kişinin, oyunu sonuna kadar götürebilmesi… Birbirlerine danışarak soruları cevaplıyor ve parayı birlikte kazanıyorlar. Arada, ayrılıp ailelerinin yanına fikir danışmaya gidiyorlar. Orada oyuna devam edip etmeyeceklerini kararlaştırıyorlar ve geri dönüyorlar. Asıl mesele dönerken ellerinin altındaki butona basıp basmayacakları. Basan kişi birlikte kazandıkları bütün paranın sahibi oluyor. Diğer kişinin yardımlarını, emeklerini, umutlarını çöpe atmış oluyor. En önemlisi de güven duygusunu yerle bir ediyor karşı tarafın. Bazen de büyük bir haksızlık oluyor ortada. Belki soruların çoğunu karşı taraf cevaplıyor ama diğeri hiç acımadan butona basabiliyor.

     Yarışmacılardan biri görünüyor ekranda. Kısa boylu, Einstein gibi kabarık ve beyaz saçlı, orta yaşı çoktan aşmış bir adam bu. Çok yaşamış çok görmüş efendi bir adam. Her şeye verilecek cevabı var kendince. Kendini tanıtıyor. Mitolojiden çok iyi anladığını ama edebiyattan hiç anlamadığını söylüyor adam. Kibar konuşması ve tavırlarıyla her hareketinde, farklılığını ortaya koyuyor. Farklıları severim bu adama da içim ısınıveriyor. Daha sonra ortağı olan kadın görünüyor. Tanıtıyor kendini. O da yemeklerden çok iyi anladığını ama futboldan anlamadığını söylüyor. Bu yarışmadan kazanacağı parayla bebekler için yemek yapan bir restoran açacağını söylüyor. Kıvırcık saçlı, Yunan asıllı kadın da çok farklı ve sevimli birisi… Türkçeyi yarım yamalak konuşuyor. Kelime eksiği olduğunu düşündüğüm için, bu bir yarışmaya nasıl gelmiş anlayamıyorum. Bilimden kültüre Türklükle ilgili soruları nasıl cevaplayacak?

     Sorular geliyor önlerine. Kadının sorular hakkında bir fikri olmadığı için, genelde adam cevaplıyor. Yine de kadına danışıp soruları yanıtlıyor. Arada ayrılıp ailelerine fikir danışmaya gittiklerinde, kadının ailesinden biri butona basmasını söylüyor. Kadın, “Ben ona güveniyorum. Gözleri dedemin gözlerine benziyor. İlk görüşte ısındım ona.” diyor bozuk Türkçesiyle. Karşılıklı birbirlerine ilerlerken ikisi de butona yaklaşmıyor bile. Bu böylece devam ediyor. Birbirlerinin gözlerinde güveni hissediyor, öyle bakıyorlar birbirlerine. Son soruya kadar kimse butona basmıyor. Bu yarışmanın tarihinde son soruya kadar varabilen bir tek onlar oluyor. Kazanılan parayı da yarı yarıya bölüşmüş oluyorlar. Aç gözlülük etmediği için elleri boş dönmeyecekler. Kardeş payı. Sarılıyorlar birbirlerine. Kadın yanılmadığı için çok mutlu, dedesininkine benzer gözler onu yanıltmadı diye. Adam da kadından ihanet beklemiyordu zaten. Kendini tebrik ediyor içinden, ‘Tecrübeli adamım vesselam!’ diyor ve şöyle bir konuşma yapıyor:

      “Hayatımızda bazı şeyleri çok çabuk tüketiyoruz. Her şeyin bir oyun olduğunu, aslında hiçbir şeyin bizim olmadığını bile bile... Tükettiklerimiz duygularımız, insanlığımız… Gün geçtikçe biraz daha yitiriyoruz onları. Burada, bu oyuna rağmen biz güvenebilecek insanlar olduğunu öğrendik. Güven, en insanî duygulardan.

     Bu konuşma beni çok etkiliyor. İnsanî taraflarımızı düşünüyorum. Sanki onları bastırmamız için elimizden geleni yapıyoruz. Bu yarışma birden gözüme düşman görünüyor. “Güvenmeyin” mesajlı bir reklam panosu yanıp sönüyor zihnimde. ‘Yanmasın sönmesin, bizi şekillendirmesin.’ diyorum panoya. Bu Einstein saçlı adamla Yunan asıllı kadın olmasa nasıl da boşluğa düşecektik. Birbirlerine güvenmeleri için hiçbir sebep yok hâlbuki. Beynimizde hemen ayırıveriyoruz onları. Biri Türk biri Yunan… Güvenilir mi hiç? (!)

     Onlar bu düşüncelere inat sarılıyorlar birbirlerine. Hâlâ güveniyoruz dercesine.

Ayşenur KAYA