Napolyon ‘para’ demiş başka bir şey dememiş.
Çocukluğumdan beri ısıtıp ısıtıp önüme koyarlar hem de üç kere üst üste baş parmak işaret parmağına sürtülüp durur.
***
Fırsat bulamamış babam okumaya, dedem Çanakkale’de iken eve karınca kaderince, pardon ‘kararınca’ ekmek getirmek zorundaymış, daha sonra da yaşı geçmiş!
Her neyse, bana çevremden hep ikaz geldi. ‘Oku adam ol’ dediler. Oysa babam kentin sayılı sanatkarı ve sayılı tüccarıydı…
Neden pek çok ikaz aldım, bilmiyorum. Belki de bir hasetlenme yüzünden.
Her şey geçmişte kaldı, şu günlerde kimse kimsenin hali-ahvaline bakmıyor, her birey kendi aleminde.
‘Zaman değişti’ diyorlar, dün mazide kaldı…
A, a,.. dalmış gitmişim, oysa bir konu saptamıştım; para idi gündemim.
Önceki hafta elli beş sene öncesinde bin liranın ‘MOR BİNLİK’ adı altında değerini yazmıştım ve konuya para diye girmem de yazımın ardından aldığım tepkileri yanıtlamaktı.
Birisi yazımı ilginç bulmuş, koskoca çarşıda bozduramamayı…
Diğeri de paranın değerli olduğu günlerde yaşadığım için mutlu olmamı önerdi. Bir başkası ise para üzerine yazılacak çok şeylerin olduğunu aktardı. Mesela en basitinden ailenin para ile ayakta kalacağına işaret ederek çocukları ile para problemi olduğunu ve zor durumunu yandı, yakındı…
***
Şimdi sıra madde üzerine aktaracağım öyküye geldi;
Olay doların geçtiği ülkeden, on iki yaşlarındaki çocuk kafeye girdi. Bayan garsona kolanın fiyatını sordu. ‘Elli sent’ yanıtını verdi kızımız.
Çocuğun hesabı tutmadı ve dondurmayı sordu; ‘35 sent’ yanıtını alınca masaya kurulup bir dondurma yedi.
Garson kız boynunun bükerek baktı çocuğa herhalde elli senti olsaydı kola içecekti diye geçirdi içinden ve ötedeki müşterilere koşturdu.
Çocuk dondurmasını yemişti, kasaya hesabı ödeyerek uzaklaştı. Garson kızımız ise boşalan tabağı aldı ve masayı silerken orada oradaki kendisine bırakılmış on beş senti gördü…
Pencereden dışarı baktı ancak çoktan kaybolmuştu çocuk…
***
Diğeri ise şu; sultan sarayın yoluna kocaman bir taş koymuştu, gelen geçen çevresinden dolaşıyor kimse taşı bir yana çekmeyi akıl edemiyordu…
Nihayet köylü olduğunu öğrendiğimiz adam erinmedi taşı kavrayıp bir kenara koydu.
Ancak taşın altında bir kese vardı içi altın doluydu, keseyi alıp sarayın kapısını dayandı ve durumu sultana arz etti. Sultan ‘o senin’ dedi.
‘Taşı kenara çekmenin bedeli…’
***
Benim mor bin liralık dönemini yazdığım seneler ABD’de zenciler ile beyazlar arasında soğukluk diz boyu idi.
Öyleyken bir akşam vakti şehirler arası yolda arabası bozulan zenci bir bayan çaresizlik içinde çırpınıyordu.
Bir beyaz durdu ve arabasının kapısını açarak yardım etmek istediğini söyledi. Zenciyi arabasına alarak kente bıraktı. Bir süre sonra kocaman bir koli aldı beyaz son model lüks bir TV idi bu. Yolda arabasına aldığı zenciden geliyordu. İmza ise şöyleydi;
‘Not King Cole’ den…
Evet, evet ara sıra Pazar yazılarıma aldığım konular mistik olaylarla ilgili. Haftaya Çelebi ile olan maceramıza değineceğim. Beğenirsiniz sanırım. Çünkü Çelebi yıllardır anlatıları ile sevdirdi kendini size…

*******