Taraf Gazetesi'nin emekçilerinden biri olarak çalışan, benim de 30 yıllık arkadaşım ve aslen Eskişehirli olan Hakan Töre bir süre önce aynı gazetede "Akortsuz" isimli köşe yazılarına da başlamıştı. Zülfü Livaneli'ye Mersin'de yapılan saldırı üzerine yazdığı yazıyı kendisinin bilgisi dahilinde tamamını paylaşıyorum. Herkesin kendine bir pay çıkaracağını düşündüğüm bu önemli yazıyı Eskişehirlilerden mahrum bırakmak olmazdı:
LİVANELİ
Malumunuz... Mersin’in Mezitli ilçesinde düzenlenen Soli Güneş Festivali’nde geçen cuma sahneye çıkan Zülfü Livaneli, konser öncesi ve sonrası saldırıya uğradı. Bu tek başına lanetlenecek bir olayken, konuya ilişkin bazı yorum ve yaklaşımlar insanı dehşete düşürecek cinstendi. Özgürlük, demokrasi, hoşgörü, saygı, barış, sanat gibi konularda mangalda kül bırakmayan insanların bir sanatçıya yapılan saldırıyı coşku dolu duygularla karşılamalarına; saldırının CHP’lilerce gerçekleştirildiği söylenince hazzın, mutluluğun katlandığına tanık oldum... Tüylerim ürperdi. Sözkonusu kişi, bu coğrafyanın kültür hayatına pek çok değerli eser sunmuş olan 67 yaşında usta bir sanatçıydı.
Neyse kötü haber (!) tez geldi: Livaneli saldırıya uğramıştı ama darbe almamıştı; bu ayıp, girişim ve sataşma aşamasında kalmıştı.
Özellikle 90’lardan sonra “Livaneli antipatisi” bir kısım yarı-aydının trendlerinden biri oldu. Barda kafayı parlatmış abiler, sahnede çalınan Yiğidim Aslanım’a rakı-kavun desteğinde eşlik ettikten sonra “Ya, eski şarkıları güzel de bozuldu bu herif, sevmiyorum artık” falan demeye başladı. Ha, bunu bir mantığa oturtabilirsiniz; yazarı olduğu gazeteleri ona yakıştıramıyorlardır, yeni şarkılarını beğenmiyorlardır, her kesimden beş yüz bin kişiyi bir konser alanında toplamasına bozuluyorlardır. Kısacası ihanete uğradıklarını düşünüyorlardır. Doğru ya da yanlış, sever sevmez; kişisel şeyler bunlar. Karışmayız.
Ama bir de diğer “sevmezük”çüler var... “Bu adama neden kızıyorsunuz” sorusuna aldığım karşılıklarla iki sivil toplum oluşumunun varlığını saptadım: “Biz eski solcunun liboşlaşmışını severiz”ciler ve “Biz solcunun fakir olanını severiz”ciler. Bu konu ile muhataplarını işin uzmanlarına havale etmek suretiyle kültür-sanat sınırlarının içinde kalarak devam edelim...
“Şarkıcı” değil, “ozan”
Livaneli’yi müziğiyle eleştirenler, ağırlıkla yorumculuğunu hedef alır. Haklıdırlar: Sesi sıcak bir tınıya ve renge sahip olmakla birlikte harika bir şarkıcı değildir. Ama çok da dert etmem ben bunu; zira o “şarkıcı” değil “ozan”dır. Ayrıca iyi yorumculuk, kusursuz şarkı söylemeyi gerektirmez. Şan eğitimine sahip binlerce insan vardır ama ozanlar kolay yetişmez. Livaneli’nin pek çok şarkısı usta şarkıcılar tarafından seslendirildi. Ben hep orijinallerini tercih ederim. Zira sadece eser sahibi, bir şarkının tüm duygu yoğunluğunu layığıyla yansıtabilir.
Şubat ayında bu köşede yer alan Songwriter başlıklı yazımda şunları söylemiştim: “Yanlış anlaşılan bir kavram olan ‘songwriter’, yorumladığı şarkıların sözünü yazıp bestesini yapan müzisyenler için kullanılır. Ama tek ölçüt yazmak- bestelemek değildir. Bu kategorinin sanatçısı aynı zamanda bir ‘fikir insanı’dır; hayata ve insana dair dertleri, yorumları ve duruşu vardır. Songwriter ayrıca dil kullanımı konusunda yüksek beceriye sahip olmak zorundadır. Büyük ve önemli konulardan bahsetmek, büyük ve önemli şarkılar yapmaya yetmez; anlatılan ne olursa olsun, nasıl dile getirildiği önemlidir. Yani sloganik bir üslupla özgürlüklerden, eşitlikten, açlıktan bahsetmek bir müzisyeni bu saygın sınıfa sokmaz...”
Livaneli bu saygın sınıfın çok değerli bir üyesidir ve yorumculuğu, onun müzik evreninde küçük bir noktadır. Sanatçının muhteşem albümlerle, şarkılarla, film melodileriyle ve konserlerle dolu müzik öyküsü için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Çünkü Livaneli sadece iyi eserlere imza atan bir müzisyen değil, tarz yaratan bir öncüdür.
Müzisyenlerin kaderi
Sanatçının müziğiyle ilgili kimi eleştiriler de yakın dönem albümleriyle ilgilidir. Ki bunlarda da haklılık payı vardır. Stüdyo albümleri bazında incelendiğinde Livaneli’nin 1990’da bir duraklama dönemine girdiği söylenebilir. Bana göre onun son büyük işi, Andy Clayburn ve Paul Dwyer ile birlikte yaptığı new age çalışması Crossroads’dur. Ama bu süreç olağandır ve tüm müzisyenlerin kaderidir. Dünyada hiçbir sanatçı ömrü boyunca albümlerinde aynı çizgiyi tutturamaz. 70’li yıllarda yaptıklarıyla gönlümüzün başköşesine oturttuğumuz pek çok efsanevi grup, dönüş prodüksiyonlarıyla çoğumuzda hayal kırıklığı yaratmadı mı? Kaldı ki Livaneli’nin 90 sonrası albümlerinde de çok güzel şarkılar vardır: Yangın Yeri, Neylersin, Saat Dört... Yoksun, Bir Nehir Gibi, Çok Uzak, Doğdukları Yerde Ölenler, Sevdalı Başım...
90 öncesi albümlerinin ise her biri şaheserdir: Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Merhaba,Nâzım Türküsü, Atlının Türküsü, Günlerimiz, İnce Memet Türküsü, Ada, Güneş Topla Benim İçin, Zor Yıllar, Gökyüzü Herkesindir...
“Gezi Parkı” eleştirisi
Müzik dışına çıkmamaya gayret etsem de, güncel olduğu için, Livaneli’ye Gezi Parkı Eylemleri konusunda yapılan eleştirilere de değinmek istiyorum: Gezi Parkı’na bir kez bile gitmemiş ama işin kaymağını yemek için Taksim’de konser verecekmiş! Livaneli Gezi Parkı’ndaki eylemcileri ilk ziyaret eden sanatçılardandı. Köşe yazılarında da eyleme ve eylemcilere destek verdi. Tartışma yaratan konser organizasyonu fikri ise ona ait değildi. “Bazı sanatçı dostlarıma ve bana ‘gelir misiniz’ dediler, ‘elbette geliriz’ dedik. Sonradan basın, işi bambaşka bir hâle soktu; insanlar da haklı olarak tepki gösterdi” şeklinde bir açıklama yapmıştı usta ozan.
Onun gündeme uygun şu anlamlı sözleriyle bitireyim yazıyı: “Hayatta en çok cehaletten korkarım. Çünkü cehalet kendi bildiğinin dışında bir bilgi ve düzey olduğunu fark etmeyen bir kör karanlıktır. Zehirli tutkular ve fanatik öfkeler üretir. En kötü yanı da; cahilin, cahil olduğunu bilmemesidir.”