Haluk Yüksel kimdir? Hangi şehirde doğdu, nasıl bir ailede büyüdü?

İsmim Ahmet Haluk Yüksel, Ahmet dedemin adıdır. Denizli’de doğdum. Babam müzik öğretmeni, annem ise ev hanımıydı. İki tane ablam var. Evin en küçük evladı ve tek oğluyum. Bu nedenle biraz el bebek gül bebek büyütüldüm demem çok yanlış olmaz. İlkokulu, Eskişehir İki Eylül İlkokulu’nda okuduktan sonra o zamanki adıyla Eskişehir Maarif Koleji’ne girdim. Ortaokul ve liseyi orada bitirdim. Sinema ve televizyon bölümünün açılmasıyla beraber üniversite için yetenek sınavlarına girdim. Sinema ve televizyon çok sevdiğim bir bölümdü, kaldı ki sinema televizyona başladığım sene aynı zamanda, merkezi sınav ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni de kazanmıştım. Fakat o zamanın koşulları içinde babam, “Tek oğlumu bu şartlarda Ankara’ya gönderemem.” diyerek buna muhalefet etti.  Bu durum beni üzmüştü çünkü amcam kaymakamdı ve biraz da ona özeniyordum.  Kazandığıma dair sonuç belgemi de hala dolabımda durur. Şanstır ki o yıl EİTİA Sinema Televizyon açılınca onun 2 yazılı 1 sözlü sınavlarını başararak okula girdim ve dört senede okulu bitirip, sinema televizyon mezunu oldum.

Benzer konulardan gidelim, sinema televizyon bölümünden mezun oldunuz fakat doktoranızı eğitim iletişimi ve planlaması olarak yaptınız nedeni nedir?

Bunun sebebi benim tercihimden çok, o dönem okulun dört bölüme yeni çıkarılmış olmasına ve benim tez yaptığım konuma bağlıdır.  O zamanın yöneticileri benim tez yaptığım konuyu, eğitim iletişimi ve planlaması ana bilim dalına uygun görmüşlerdi.  Doktora tezimi yaparken bir taraftan da mezun olduğum bölümün bana yüklediği bilgilere kullanarak televizyon alanında çalışmaya devam ettim. Yani tezim oradadır fakat daha sonrasında eğitim iletişiminden ziyade, akademik anlamda iletişime yönelmemle beraber yaptığım çalışmalar, verdiğim dersler. (Sözsüz iletişim, bireylerarası iletişim, iletişim kuramları gibi) yönettiğim tezler hep iletişime dair şeylerdir. Tezimi yapacağım bölüm benim için çok fark etmiyordu. Bireysel tercihim değil tamamen o dönemin getirisi olan bir şeydi.

Meslek hayatınızda, 245 tane AÖF ders programı çekimi ve kurgusunda yönetmenlik yaptınız, tekrar böyle bir şey yapmak ister misiniz ve o dönem bu kadar çok çekimde etkin rol oynamak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Benim için eşsiz bir deneyimdi ve çok keyif alarak yaptığım bir işti. Açık öğretim o yıllar zaten yeni kurulmuştu, yetişmiş elemanlara ihtiyacı vardı. Bizde o dönem yeni mezunlar olarak on kişi asistanlık yapıyorduk. Ben ve arkadaşlarım E TV’de (O yıllarda ki adıyla Eskişehir televizyonu ya da eğitim televizyonu) görevlendirildik. Kimimiz kameraman, kimimiz yönetmen yardımcısı oldu. O zamana baktığımda toplam çalışan sayısı 60-70 kişiyi geçmiyordu. Ve ekip inanılmaz üretkendi ayrıca yoğun bir tempoda iş çıkarıyorduk. Açık öğretim derslerine yaptığımız çekimler 245 adet olarak görünür fakat onların yanı sıra aynı yıllarda Anadolu Üniversitesi’ne bağlı olan vakıflar da mevcuttu. Bu vakıflar vasıtasıyla çok sayıda tanıtım, belgesel ve konser vb. programları da çekmiştik. Aslında dört yüze yakın yönetmenliğini yaptığım programım var. On sekiz, on dokuz sene boyunca yönetmenlik yaptım benim için inanılmaz güzel bir deneyimdi hepsinden de son derece keyif aldım.

Şu an olsa yine yönetmenlik yapar mısınız?

Hiç tereddüt etmem yaparım. Evet, şu an iş biraz daha elektroniğe döndü, bizim zamanımızda elektronik bu kadar hakim değildi. Artık birçok şey bilgisayarda yapılıyor, kurgulanıyor. Aynı tadı verir mi bilmiyorum ama o dönemde her şey çok güzeldi ve hatta şunu da söylemem gerekir ki bizim mesai saati kavramımız dahi yoktu yani sabah 8’de E TV’ye gelip gündüz, gece fark etmeksizin çalışırdık. Geç saatlerde eve döndüğüm çok zaman olurdu. Bakıldığında, hepimiz büyük bir özveri ve hevesle çalıştık çokta güzel şeyler ürettik. Özellikle belirtmek durumundayım ki, açık öğretim bugün bu haldeyse o dönemin yetmiş, seksen kişilik o kadrosunun sayesindedir, en azından AÖF’ ün başlangıcında bu kadronun emeği çoktur.

Pek çok makaleniz, kitabınız, yönetmiş olduğunuz tamamlanmış ya da devam etmekte olan (Yüksek lisans, doktora) tezleriniz mevcut, akademik alanda üretken kalmayı nasıl sağlıyorsunuz?

İşin sadece televizyon tarafından bahsetmiş olsak da, akademik yönden de işimi çok severek yapıyorum ve anlaşılan o ki yapacağım da. Şöyle bahsedeyim, bizim ailemizde dedem köy köy gezerek Türkçeyi öğretenlerdendi yani bir eğitmendi demem yanlış olmaz, babam öğretmen, amcam öğretmen, ablam öğretmen yani bu durum bizde genetik bir şey haline geldi ve ben bu işten keyif alıyorum. Hatta o dönem okulumuz kurucu dekanı, “Zengin olmak için bu işe giriyorsanız hiç girmeyin gidin limon satın, bu iş ömür boyu okumaktır, bir şeyler yazabilmektir.” demişti hiç unutmam. Gerçekten de öyle. Örnek vermem gerekirse, televizyon yönetmenliği yaptığım dönemde Cumartesi, Pazar günleri okula erkenden gelir, kendimi odama kapatır tezime çalışırdım. Yanımda bulunan sandviç, çay gibi şeylerle akşama kadar tezim için uğraşırdım. Bizim kuşak içerisinde ilk doktorasını tamamlayan ve ilk profesör olan da ben oldum. Yani, halk arasında inek diye tabir edilen bir yanımda mevcut.

Dediğim gibi bu işi çok sevdiğim için hiçbir işe geri git demedim. Tez yönetmekse yönettim, çok sayıda yüksek lisans, doktora teziyle ilgilendim tabi bu arada zamanla hocaların hocası oldum.  Tezini yönettiğim kişilerden pek çoğu iyi yerlere geldi. Ders verdiğim öğrencilerimden Şahin Karasar rektör oldu.  Aklınıza gelebilecek birçok isim benim öğrencimdi ve onlardan da profesör çıkanlar oldu. Bir sürü insanın teziyle ilgilendim, elimden geldiği kadar katkıda bulundum en ufak bir ışık sağladıysam da benim için gururdur. Bunların yanında makaleler, kitaplar, yurt dışı çalışmalarım da oldu. Bizim işimizin bir tarafı da bilgiyi paylaşmaktır sadece okuyup bir yerlere depolamak, bana kalırsa bizim işimizde etik değildir.

Yurt dışı çalışmalarınızla da bu bilgilerinizi destekliyorsunuz diyebilir miyiz?

Tabii, yurt dışı sempozyumlara özet gönderebiliyoruz, gönderdiğimiz özetler hakem heyetlerinden geçerse ve kabul edilirse diğer etapta tam metin olarak sunmaya gidiyoruz. Hatta başarılı bir sunum yapmam sonucu aldığım plaketler mevcut. Bu zamana kadar elimden geleni yapmaya çalıştım, bir şeyler başardıysam ne mutlu bana.

Türkiye’de sadece Anadolu Üniversitesi’nde bulunan İletişim Bilimleri Fakültesi tarihçesinden bahseder misiniz? 4 tane bölüme çıkması süreci nasıl oldu ve bölümlere nasıl karar verildi?

İlk olarak bizim okulumuz,  sinema televizyon yüksekokulu olarak kuruldu. Ondan sonra zaman içerisinde televizyon öğretim eğitim fakültesi diye bir yapıya büründü ki bu açık öğretimin bir öncülüydü aslında hatta bir tür müjdecisiydi. Ondan sonra iletişim bilimleri yüksekokulu ve daha sonra ise iletişim bilimleri fakültesi oldu. Bir müddet sonra açık öğretim fakültesi hayata geçince, Yılmaz Büyükerşen, İnal Cem Aşkun ve Şan Özalp gibi o dönemin yöneticileri bir karar aldılar. Dediler ki: “Biz bu açık öğretim fakültesini kendi başına bir fakülteden ibaret bırakmayalım. Bunun altyapısını oluşturacak birtakım yapıları da kurmamız gerekir.” Bunun içinde en uygun fakültenin, bizim İletişim fakültesini olduğunu düşünerek oraya dört tane bölüm kurdular. Bunlardan bir tanesi sinema televizyondur ki; zaten vardı, bir diğeri o dönemki adıyla basım yayım (Şu an basın ve yayın oldu), ondan sonra iletişim sanatları diye bir bölüm kuruldu fakat sonradan halkla ilişkiler ve reklamcılık bölümüne evrildi, diğer bölüm ise eğitim iletişimi ve planlaması olarak kuruldu.  Sinema televizyon, bu işin görsel malzemelerini, basım yayım ise basılı materyalleri üretmekle görevlendirildi. Eğitim iletişimi ve planlaması bölümü materyallerin içeriğini hazırlamak, geliştirmekle görevliyken, iletişim sanatları bölümü ise bu işin halkla ilişkilerini ve tanıtımını yapacak olan bir bölüm olarak dizayn edilmişti ve bunlara Açık Öğretim Fakültesi “Örgün Bölümleri” adı verilmişti.

Bölümlerin dörde çıkarılması doğruydu fakat Açık Öğretim Fakültesi “Örgün Bölümleri” adı verilmesi biraz garipti. Akademik hayatta benim bildiğim kadarıyla hiç rastlanmayan bir durumdu. Zaten sonrasında da bu birtakım rahatsızlıklar yarattı ve bir müddet sonra fakülte, tekrardan iletişim bilimleri yüksekokuluna hemen ardından da iletişim bilimleri fakültesine dönüştü. O gün bugündür de o şekilde devam ediyor.

Bu arada bazı değişimler oldu. İletişim sanatları bölümü, reklamcılık ve halkla ilişkilere evrildi. Eğitim iletişimi ve planlaması bölümünün Türkiye’de tek olması sebebiyle yükseköğretim kurumu tarafından atipik bir örnek olarak görüldü ve kapatılıp yeni bir bölüm olarak iletişim bölümünü kurduk. Fakat bu defa da iletişim bölümü, iletişim bilimleri fakültesine isim olarak konumlanamadı. Piyasada çalışan diğer akademisyenlerle ve mezunlarla görüşerek büyük bir araştırmaya girdik. Son halini iletişim tasarımı ve yönetimi bölümü olarak aldı. Bugünkü haliyle de dört bölüm olarak devam ediyor.

İletişim Bilimleri Fakültesi adı nereden geliyor?

Ülkedeki pek çok üniversite, iletişim fakültelerine sahip evet fakat biz iletişim bilimleri fakültesiyiz. Bu noktada işin sanat boyutunun ötesinde kuramsal, psikolojik, sosyal psikolojik, sosyolojik boyutları da devreye giriyor. Bunların tamamını bilimsel bir yaklaşımla ele alma temel hedefinden hareketle okulun adı İletişim Bilimleri Fakültesi oldu. Dünyada bazı ülkelerin üniversitelerinde oldukça çok örneği var fakat Türkiye’de tekiz.

Verdiğiniz derslerde özellikle üzerinde durduğunuz konular var mı?

Her insan iletişim kurduğunu sanıyor fakat özellikle iletişim bilimleri fakültesinde olan insan,   bu işin nasıl doğru gerçekleştirilmesi gerektiğine dair bilgi sahibi olması gereken insandır. Buradan hareketle bütün derslerimi yapılandırıyorum. Mesela konuşma, dinleme konusunda sıkça söylediğim insanlara hiçbir zaman dinleme eğitimi verilmiyor olmasıdır. Oysa konuşma kadar dinleme, dinleme kadar da konuşma önemlidir. Bunun altını genelde çizerim.

“Ne söylediği kadar, nasıl söylendiği önemlidir” cümlesini sıkça kullanırım ama bunun yapılabilmesi için de insanların iletişimi bilmesi gerektiğini de eklerim. İletişim ögelerini, bunların birbiri arasındaki ilişkilerini, etkilerini iyi bilerek, iletileri yapılandırması gerektiğini genelde belirtirim.

Bu arada bir şeyi de söylemem lazım. Türkiye’de iletişim fakülteleri arasında ilk kez sözsüz iletişim dersini bu fakültede ben açtım. Zaman içerisinde yapılanarak bugünkü halini aldı. Konya Selçuk Üniversitesi’ne de doktora derslerine gittiğimde, şu an profesör olan öğrencilerimden bir tanesi Mehmet diye bir arkadaşımızdır.  (Prof. Dr. Mehmet Fidan). Mehmet bana, “Hocam siz doktora dersinde bir cümle kurdunuz o benim aklıma kazındı.” dedi. Aklına kazınan neydi diye sorduğumda ise: “Siz sözsüz iletişim herkes tarafından sadece beden dili olarak algılanır, cümlesinin altını çizdiniz ama aslında sözsüz iletişim gündelik hayatımızın yüzde 90’ını oluşturur. Türleri şunlardır dediniz.” O benim kafama çakıldı ve ben de onun üzerine bu dersi açtım” dedi. Mehmet, yaklaşık 10-12 yıldır da orada bu dersi sürdürüyor.  Sonrasında baktım ki birçok yerde sözsüz iletişim dersi açılmaya başlandı. Kendime paye biçmek adına değil ama bu bir eksiklikti. Çünkü sözsüz iletişim çok önemli bir iletişim çalışma alanıdır. Böyle bir ders yoktu,  oluşturduk. Allah utandırmasın iyi kötü bir yerlere kadar getirdik. Bu konuda tezleri yönettim, buradan ilham alanlar ders açtılar derken sonuç olarak hoş oldu diyebilirim.

Derslerinizde de bahsettiğiniz üzere, post doktora için 1,5 yıl İngiltere’de kaldınız. Yine mesleğinizin bir getirisi olarak yurt dışı ve yurt içi seyahatleriniz de oldu diye biliyorum. Ailenizden ve evinizden ayrı olarak başka yerlere gitmenin, yaşamanın avantajları ve dezavantajları neler oldu?

İngiltere’ye gittiğimde henüz bekardım. British Council bir iletişim bursu veriyordu bu burs ile gittim. Üniversite beni aday gösterdi. İngiltere Büyükelçiliği’nde yazılı sınava, ondan sonra sözlü sınava girdim ve kazandım. Sonra post doktora için gönderildim. O dönem henüz bekar olmam nedeniyle,  çok ciddi bir sorun olmadı benim açımdan. Sonuç itibariyle anne baba özlemi vardı evet ama en ağırlıklı olarak vatan özlem ağır bastı. Çünkü o süre içerisinde Türkiye’ye hiç gelmedim.  İnce belli çay bardağından çay içmeyi özledim,  çok aramam ama lahmacun özledim mesela. Memleketinin tozu toprağı insanın burnunda tütüyor gerçekten.

Türkiye’ye döndükten ve özellikle profesör olduktan sonra yurt dışı sempozyumlara gittim. Almanya, Finlandiya, Avusturya’ ya iki kere,  Japonya’ ya, Kore’ye Tayland’a ve Çin’e gittim. Çin’e gitme sebebim, Erasmus Plus ile sözsüz iletişim dersi vermekti.

Tabii evlendikten sonra durum çok daha farklı oluyor. Çünkü hakikaten yoğun özlem giriyor araya ama süre bir hafta,  on gün gibi kısa süreler olduğu için bir şekilde atlatılabiliyor.

Farklı kültürleri görmeniz ve tanımanız açısından da bu tür seyahatler sizin için fırsat oluyor diyebilir miyiz?

Tabii ki olağanüstü bir şey benim için.  Ben işin kültürel iletişim boyutuyla da ilgilendiğim için eşsiz deneyimler yaşıyorum. Orada farklı bir takım kültürel yapıların kurdukları iletişim tarzları, yöntemleri, türlerini görmek insanı çok zenginleştiriyor gerçekten. Bu açıdan uluslararası sempozyumlar konusu fevkalade önemsiyorum. Ufak bir çalıştay için Avusturya’ya gitmiştim. Üç dört gün gibi kısa bir süre oradaydım fakat o kadarcık sürede bile birçok şeyi gözlemleme şansım oldum. Benim için bir kazanımdı.

Fakültede uzunca bir süre Erasmus koordinatörlüğü yaptım bu sırada öğrencilerden Erasmus’la yurt dışına gitmeleri halinde onlara katkı sağlaması konusunda çok soru alıyordum. “Akademik olarak bir şey katar katmaz o ayrı bir konu ama gidip orada farklı kültürleri görmek, o kültürden insanlarla tanışmak, onlarla iletişim kurmak hiçbir kitaptan sağlayamayacağınız bilgileri, izlenimleri verecektir.” şeklinde öğrencilerimi hep yönlendirmişimdir. Hatta Erasmus’un bana bir katkısı Çin’e Renmın Üniversitesi’ne gitmek oldu.

Meslek hayatına ve yaşamına birçok şeyi sığdırmış, alanında çok fazla iş başarmış biri olarak yorulduğunuzu hissettiğiniz ya da bu benim için çok zordu dediğiniz bir dönem ya da olay var mıdır?  

Ben işimin her boyutunu çok severek ve keyifle yaptığım için, gerek televizyon tarafında, gerek akademi tarafında tüh dediğim pişman olduğum bir an olmadı doğrusu. Elbette başaramadığım şeyler olmuştur ama onlar benim kendimi kahretmeme neden olan şeyler olmadı hiçbir zaman.

Akademik hayat üstesinden gelinemeyecek bir şey değil hevesi olan, seven, gayret gösteren insanların başarabileceği bir şey. Akademi bana maddi olarak ne verdi dersek, ortalama bir hayat verdi. Hayatımdan da memnunum bir kitap istediğimde alabiliyor muyum? Alabiliyorum. Okuyabiliyor muyum? Şimdilik okuyorum gözlerimde bir sıkıntı yok.  Eee daha ne arayım ben. Bölümü seviyorum, alanı seviyorum o yüzden benim için bir zorluk olmadı, severek devam ediyorum.

    

Editör: Mustafa YILDIRIM