Eminönü Sirkeci'de uzun yıllardır kapısını aşındırdığım bir saatçim var. Burada kaliteli kol saatlerini toptan satarlar. Aynı zamanda perakende satışları da vardır. Dükkandan kayıtsız kuyutsuz beş kuruş ödeme yapmadan öyle çok saatle ayrılmışlığım vardır ki. beğenip aldığım saatlerin bazılarını kendim kullanır, bazılarını da sevdiklerime hediye ederim. Param olunca da ödeme yapmaya giderim. Her gittiğimde nasıl olup da bana bu kadar güvendiklerini sorarım.

Mustafa amca da ''kızım ben burada elli senedir esnaflık yapıyorum, insanları gözünden şıp diye tanırım'' diye cevap verir.

Saatçi dükkânı 80 yaşlarındaki Mustafa amcanın. Yanında 40'lı yaşlarda iki oğlu  ve orta yaşlardaki kadim yardımcıları Hasan çalışır. Dükkânda çoğunlukla Mustafa amca olur. Eminönü'ne her yolum düştüğünde yanına uğramaya çalışırım.

Mustafa Amca Antalyalı, artık sayısı azalmış gerçek dindar insanlardan biri, muhafazakar ama rahatsız edici değil.  Görmüş geçirmiş, oldukça hoş sohbet bir adam.  Her karşılaştığımızda beni coşkuyla karşılar. Oturduğu yerden kalkıp elimi sıkar. Beni görmekten ne kadar mutlu olduğunu bütün hareketleriyle belli eder.

İlk karısını yıllar önce ani bir şekilde kaybetmiş, uzun bir süre yalnız yaşadıktan sonra sarışın göçmen bir kadınla ikinci evliliğini yapmış. Serde göçmenlik olunca her seferinde bana;

''Kızım, benim yeni hanım sana çok benziyor, seni görünce onu görmüş gibi oluyorum,'' diye başlar ve ikinci kez evlenme hikâyesini sıkılmadan tekrar tekrar anlatır.

Belli ki çok mutlu… Bir araya geldiğimizde uzun uzun sohbetler ederiz. Konudan konuya atlayarak, yaşam tecrübelerini, Eminönü'nün eski zamanlarını anlatır. Ben de anlattıklarını ağzım açık, neredeyse nefes bile almadan keyifle dinlerim.

En çok ülke sorunlarından konuşuruz.  Onun sayesinde ekonominin nabzını Eminönü piyasası üzerinden tutarım. Bir nevi yaşayan tarihtir Mustafa amca.

Sıcak havalarda kan ter içinde neşeyle dükkânına dalar,

''Klimanızla biraz serinleyebilir miyim ?'' diyerek oturur, o da hemen elime çayımı, suyumu tutuşturarak sohbeti başlatır.

Uzun bir aradan sonra Besteciğimle Eminönü'ne gittik.

''Hadi kızım, saatçi Mustafa amcaya da uğrayıp bir selam verelim olur mu?'' dedim.

Dükkândan içeri girer girmez gözlerim Mustafa amcayı aradı.

Mustafa amcanın yerinde kadim yardımcısı Hasan oturuyordu. Ortam nedense çok sessiz ve kasvetliydi. Hasan'ın gösterdiği yere sessizce oturduk.  

Mustafa amcanın sık sık Antalya’daki yazlığına gittiğini bildiğimden sordum:

''Bizim amca nerelerde, yazlıkta mı ?''

Hasan yüzüme şaşkın şaşkın baktı.

''Haberiniz yok mu ?'' dedi.

''Neden haberim yok mu ?''  diye sordum.

Cevapladı.

''Mustafa amca geçen kasım ayının sonunda öldü.''

 Şaşkınlıkla geveledim.

''Nasıl yani. Hay Allah, çok üzüldüm.''

Birden ne kadar uzun zamandan beri buralara gelmediğimi fark ettim. Şaşırdım, üzüldüm. Karşımda yine Mustafa amcanın oturduğunu hayal ettim. Sanki her zaman oturduğu koltuktan, bana gülümsüyordu.

Boğazım düğümlendi. Gözlerim doldu, taşan gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim.

Hayat ne kadar garip, insanlar masalların giriş cümlesi gibi,   ''bir varmış, bir yokmuş.'' …

Üstelik bu masal sona erdiğinde gökten üç elma düşmüyor ve "onlar erdi muradına biz çıkalım kerevitine" diyemiyoruz.

Diğer taraftan hissedilen her şeye cümle kurulamıyor.

Neşet Ertaş demiş ya!

''Ah yalan dünyada yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada''

Öyle işte...

Sevgiyle kalın efendim.