Aydınlar Dilekçesi’nden söz ederken hem Aziz Nesin’in savunmasından örnekler sıralamak istedim. Bunları okurken  o günleri bir kez daha anımsarken günümüz ile de kıyaslamak gerektiğine inanıyorum.

 Dilekçeye imza verenlerin çeşitliliği de dikkat çekmektedir. İbrahim Tatlıses ve Türkan Şoray gibi iki popüler ismin de böyle bir dilekçeye imza veren olarak anılması kimi çevrelerde eleştiriyle karşılanmıştır. Aziz Nesin’in bu eleştiriye cevabı kısadır: “Çok haklıdırlar, ama biz aydın tanımlamaya gitmedik. Çok sorumsuz tartışmalara girerdik. Önce diploma gelirdi. Diplomasız aydınlar olamaz mı yani? …Türk toplumu üstünde yaygınlığı ve adıyla etkinliği olan insanları aldık. İşçi olur, sendikacıdır, aydındır ama elinde diploması yoktur. Türkan Şoray üniversite bitirmemiş olabilir ama bugünkü konumuyla, kültürel ve sanatsal konumuyla Türk halkı üzerinde etkisi vardır.” Böylesi geniş bir bakış açısıyla hazırlanan dilekçeye nedense, bütün çabalara rağmen, sağcı olarak bilinen kesimlerden destek alınamaz.

Devletin askeri bir darbe ile zorla değiştirilen nitelikleri karşısında sessiz kalamayan her kesimden sanatçı, aydın ve yazarımızın göstermiş oldukları bu cesaret tarihe geçmiştir.

Rejimin tek sahibi olarak görülen Kenan Evren’in ise aynı günlerde bu girişimi kastederek verdiği cevap ise gerçekten de dikkate değerdir. Evren, “Aydın olabilirsiniz. Ama aydınım diye ortaya çıkarsanız diğer kitleyi kızdırır, kendinize küstürürsünüz” diyerek nasıl bir aydın tahayyülü içinde olduğunu ortaya dökmüştür. Daha sonra hakkında dava açılacak kadar şanslı olan imzacılar ise aylarca süren bir yargılama sürecinin içine çekilmişlerdir. Savcılık iddianamesine göre adı geçen dilekçe verildiği söylenen yere verilmeden aylar önce çoğaltılıp gazetelerde yayınlanmış, halka dağıtılmış ve siyasi propaganda yapılmıştır. Her biri ders niteliğindeki sanıkların savunması sonucunda mahkeme heyeti ise suçun maddi ve manevi unsurlarının oluşmaması sebebiyle sanıkları beraat ettirmiştir.

Türkiye'de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler" başlıklı 5 Mayıs 1984'te Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanlığı'na sunulan "Aydınlar Dilekçesi"nde, aydılar insan hakları için demokratik taleplerini sıraladı.

Sunuş kısmıyla birlikte 6 sayfa olan 15 Mayıs 1984 Aydınlar Dilekçesi nedeniyle yargılanan arasında bulunan Aziz Nesin'in savunmasından bir bölüm:

"Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı

1 Sayılı Askeri Mahkemesine

Sayın Yargıç,

 15 Mayıs 1984 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’na ve T.B.M.M. Başkanlığı’na sunduğumuz altı sayfalık yazının başında, o yazıyı imzalamış bulunan iki bini aşkın Türk aydını şöyle demekteyiz: “Türkiye’de demokratik düzene ilişkin gözlem ve istemler bölümlerinden oluşan dilekçe”. Demek, iki binden çok Türk aydını imzaladıkları bu yazıya dilekçe diyor.(...)

Dilekçemizin bildiri olduğunun kanıtlanması için sorgulanan imzacılardan kimisinin tanıklık sözleri çok ilginçtir. Bu tanıklardan Kartal Tibet adlı rejisör, tanık olarak bile askeri savcı karşısına çıkmaktan öylesine korkmuştu ki, sarhoş olduğundan dilekçeyi nerde, ne zaman imzaladığını anımsamadığını söyleyerek “İmza atmaktan dolayı suç cezama razıyım.” demiştir. Sanık değil, bir tanığın tutuklanma korkusundan kurtulmaya çalışmasının ne demek olduğu düşünülmelidir. Çünkü Devlet Başkanının dilekçeyi imzalayanları vatan haini ilan edişinin ardından hemen Askeri Mahkeme açılması, sayısı beşi geçmeyen kimi imzacılar üzerinde panik denilecek korku yaratmıştır.

 Dilekçenin hazırlık toplantısında bulunup orada 15 kişi önünde aşırı kahramanlık taslayarak konuşan Fikret Hakan’ın, savcı önünde artistler kahvesinde dilekçeyi okumadan, tiyatrolara devlet yardımı sanarak imzaladığını söylemesi, üzerinde yaratılan korkunun büyüklüğünü göstermektedir.

 Yaşı küçük bir kızı evinde alıkoymak suçundan hükümlü olarak şu sırada cezaevinde bulunan Öztürk Serengil adlı eski bir sinema oyuncusunun yine artistler kahvesinde pişti oynarken, kendisine dilekçenin toplu konut kredisi diye imzalatılarak oyuna getirildiğini söylemesi de, insanların üzerinde ne oranda büyük bir korku yaratıldığını göstermektedir.

 Bu tanıkların yalancı tanıklık yaptıklarını kanıtlayabilirdik. Ama korkunun insanları ne zavallı duruma düşürdüğünü görerek onlara insanlık onuru adına acıyoruz. Duydukları korku yüzünden çok utançlı duruma düşmüşlerdir. Dünyanın neresinde olursa olsun yurttaşlar böylesine korkutularak insanlık onurlarının kırılacağı duruma düşürülmüşlerse, bu korkuyu yaratan yönetenler bundan hiç de övünç almayan olmalıdırlar. Bu korkutulmuş zavallı tanıklarla mı bizim dilekçemiz bildiri biçimine sokulacaktır.(...)

Bu dilekçeyi imzalayanlar, Devlet Başkanına göre “kendilerini aydın zanneden bazı kişiler”dir. Aydın olanlar, aydınım diye ortaya çıkmamalıdırlar.

 Bizler bu dilekçeyi yazar ve imzalarken bunun karşılığında aydın olduğumuz için bir minnet beklemiyorduk ve aydın olmanın ayrıcalıklarından yararlanmaya kalkmış değildik. Emekli olduktan sonra holdinglerin yönetim kurullarında ve büyük sermayeli ticaret kuruluşlarında ve bankalarda ve benzeri büyük sermaye gruplarında ve özel girişim kuruluşlarında ve dış alım- satım firmalarında, yüksek çıkarlar karşılığında hiç anlamadıkları işlerde ve hiç çalışmadan görev alan ve aç gözleri hiç doymayan yaşlı kişilerin aydın olduklarını söylemelerinden utanmaları nasıl gerekirse, bu dilekçeyi yazıp imzalamak karşılığında -bugünkü yönetimin tutumunu bildiğimizden- nimet değil külfet, ödül değil ceza bekleyen bizler de kendimizi aydın sanmaktan onur duymaktayız.

 Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz.(...)

Bu iki bin imzalı bildirinin Türkçe’ye çevirisinin bir fotokopisini, bu savunmama ek olarak mahkemenize sunuyorum.

 Türkiye’deki bugün de artarak sürmekte olan bütün bu antidemokratik ve insan haklarını çiğneyici davranışlar çok doğal olarak demokratik ülkelerde ve özellikle Batı Avrupa ve ABD’de ilgiyle izleniyor ve tepkiyle karşılanıyor. Türkiye dünyada tek başına değildir ve bu çağdaş ailenin bir üyesidir. Bu yüzden insan haklarını çiğneyici işlemler için devlet yetkilileri bunun Türkiye’nin kendi iç işleri olduğunu, başkalarının karışamayacağını söyleyemez. Yurdumuzun sorunlarının kendi aramızda konuşulup tartışılmasının yasaklanmasına karşı, başka ülkelerde görüşülmesi elbet bizleri aydın olarak tedirgin ediyor ve onurumuzu kırıyordu.(...)

Sayın Yargıç! Türk mahkemelerinde, yargıcın arkasında bir söz yazılıdır: “Adalet mülkün temelidir!” Peki, günümüzde adaletin temeli olan mülk nerede? Partilerin mülkü, sendikaların mülkü, Atatürk’ün mülkü ellerinden alınabilmiştir ve bu yol açılıp gelenek olursa, gelecekte de mülk güvenliği kalmayacak demektir. Buradaki “Adalet’in temeli mülktür.” yargısı  padişahlık zamanındaki “malik”i ve bütün mülkün sahibinin o olduğunu ve adaletin de o malikin istemi olduğunu gösterir...."

12 Eylül sonrası toplum öyle bir hale getirildi ki, bırakın politikayla, sendikayla, sanata kültürle ilgilenmeyi, insanları ‘bireyci’ bir hale getirilerek, baba oğla, oğul babanın sorunlarına bile eğilmez oldular. Demokrasi, emek, insan hakları, çevre gibi konularda görüşlerini dile getirmedikleri gibi bu değerler için mücadele eden insanların yanından bile geçmez oldular.

Korkutuldular…

Sadece köşeye dönmek için çalıştılar, ‘efendimci’ olmaları için yönlendirildiler.

Korkanlar ve korkaklara Aziz Nesin’in bu konu üzerindeki bir tümcesini anımsatmak isterim:

“Korku, en beşeri duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandılar. Oysa ben korkarım. Ne var ki, bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim.”

       ***            ***      ****

Nasıl yorumlayacaksanız yorumlayın; size  bir fıkra…

Bir gün aslanın birinin canı çok sıkılmış, şöyle bir ormanı gezeyim tebamla eğleneyim biraz demiş. Ormanda gezerken bir devekuşu görmüş, yakalamış devekuşunu boynundan; öteki pençesiyle de "Şak, Şak, Şak" diye üç tokat atmış hayvana, "söyle bakalım!" demiş, "kim bu ormanın kralı?", devekuşu ürkekçe "Sensin aslan abi" demiş, "tabi benim" demiş aslan ve "Şak, Şak, Şak" diye üç tokat daha atıp fırlatmış hayvanı. Derken aslanın karşısına bir kurt çıkmış, tutmuş kurdu boynundan; "Şak, Şak, Şak" diye atmış tokadı, "Söyle" demiş, "kim bu ormanın kralı", kurt da ürkek "sensin aslan abi" demiş, aslan da "tabi benim" demiş, "Şak, Şak, Şak" diye üç tokat daha atmış, fırlatmış bir kenara. Derken bu defa aslanın karşısına bir fil çıkmış, tam korkarak kenardan sıyrılacağı sırada kurtla devekuşu gelip "sen bu ormanın kralı değil misin aslan abi? koş yakala şu hayvanı" demişler. Bu gazı yiyen aslan koşmuş tutmuş fili "Şak, Şak, Şak" diye patlatmış tokadı ve hemen sormuş "söyle bakalım; kim bu ormanın kralı?". Filin kafası bir atmış, tutmuş hortumuyla aslanıyla "Pat, Pat, Pat" diye üç kere yere çarptırıp fırlatmış atmış. Aslan yerden zorlukla kalkıp elleriyle üstünü silkerken, file dönmüş ve şöyle demiş "Bilmiyorsan bilmiyorum de kardeşim.."