Söyleşi: Şevval Selinay Halıcı ve İrem Karahan

Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde ders verdiğiniz yıllardan ve o zamanki öğrenci profilinden bahsedebilir misiniz?

Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 1979 yılı sonunda ders vermeye başladım. 1998 yılına kadar devam ettim. Daha sonra İstanbul Bilgi Üniversitesine geçtim. Bu dönemin öğrenci profili hakkında pek bilgi sahibi olmadığım için tek taraflı değerlendirme yapabilirim. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Türkiye’nin ilk iletişim bilimleri fakültesi olarak açıldı. Ben de fakültenin kuruluşundan itibaren hocası oldum. İlk iletişim bilimleri fakültesi olduğu için sadece Eskişehir’den değil bütün Türkiye’den öğrencilerin isteyerek, özenerek geldikleri bir fakülteydi. Aynı zamanda stüdyoları olan dolayısıyla sadece teorik bilgi vermeyen bir fakülteydi. Bu özelliğiyle de özellikle sinema televizyon ve basın yayın konusunda kendilerine kariyer planlaması yapmış olan gençler için cazip bir çekim merkeziydi. Yine de öğrencilerimizin büyük bir kısmı Eskişehirliydi. Her birini ben doğrusu okumaya, yazmaya, üretmeye çok hevesli, heyecanlı bir öğrenci kitlesi olarak hatırlıyorum.

Türkiye’deki medyanın değişimi ve dönüşümü hakkında düşünceleriniz neler?

Medyadaki değişim ve dönüşümler özellikle enformasyon teknolojileri alanındaki değişmelere paralel olarak çok hızlı cereyan etti ve hala ediyor. Bildiğiniz gibi dünyanın en hızlı değişen teknolojileri enformasyon, bilişim, tıp ve savunma teknolojileridir. Türkiye’deki medya da bu teknolojideki olağanüstü gelişmelerden ciddi olarak etkilendi. Tüm dünyada böyle oldu. En görünen, hissedilen sonuçlardan bir tanesi yazılı basının giderek yerini internet ortamında yayın yapan yeni mecralara bırakması oldu. Bugün artık Türkiye’de ve tüm dünyada da kâğıda basılı gazete ve dergi okuyucularında çok daha fazla sanal ortamdaki yayınlara talep var. Bunlara biz hala eski alışkanlıkla gazete ve dergi diyoruz ama onlar matbaada basılanlarla nitelik olarak karşılaştırılmayacak kadar farklı bir tür oluşturdu. En önemli fark da günlük gazetelerin, haftalık dergilerin belli periyotları vardı. Günlük gazetelerin kendini yenilemesi süresi 24 saat, haftalık dergilerin ise 1 haftaydı. Ama şimdi internet ortamında yayınlanan online gazete ve dergiler anlık değişme kabiliyeti olan bir haberi 24 saat içinde belki 24 kere redakte edebilen, değiştirebilen, yeni bilgilerle zenginleştirebilen ve ayrıca yazılı basında matbaalarda basılan gazete ve dergilerle kıyas kabul edilemeyecek kadar zengin ve renkli içerikler sunan, hareketli görüntüler, videolarda kullanabilen yeni bir tür ortaya çıktı. Dolasıyla hem hız bakımından hem de içerik bakımında bundan 25-30 sene önceki gazete ve dergilerle kıyaslayamayacak kadar yeni türler ortaya çıktı. Hatta onlar bile yeni gelişen teknolojilerle birlikte yavaş yavaş geri kalmaya başladılar. Anlık ve kitle katılımına da açık mecralar oluştu. Eskiden günlük gazete ve dergilerin okuyucu veya hedef kitlesiyle ilişkileri okuyucu mektuplarından ibaretti. Halbuki şimdi online yayınların her birinde hedef kitleden de lehte ve aleyhte farklı görüşler anında yansıtılabiliyor. Artık editörler, yazarlar hedef kitlelerin tepkilerini anlık alabildikleri için kendi tutumlarını da ona göre revize etme şansına kavuşmuş oldular.

Siyasal iletişimin sosyal medya üzerinden ilerlemesi hakkındaki düşünceleriniz neler?  Siyasilerin TikTok vb. platformlar üzerinden propaganda yapmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal medya, sadece gazetelerin, dergilerin yayın organlarının hızını ve içeriğini değiştirmekle ve dönüştürmekle kalmıyor. Aynı zamanda siyasi süreçleri de doğrudan ve derinden etkileyen bir duruma geldi. Siyasetçiler artık seçmen kitleye ulaşmak için gazetelere, dergilere, yüz yüze iletişime ve meydan toplantılarına, mitinglere eskisi kadar muhtaç değiller. Siyasal süreçlerde de yüz yüze iletişimin en öncelikli iletişim tercihi olduğuna hedef kitleye ulaşmaya ve hedef kitleyle olumlu ilişkiler kurmakta yüz yüze iletişimin yerini hiçbir şeyin tutmayacağına inanıyorum. Zaten bu konularda yapılan ampirik çalışmalar da bunun doğru olduğunu yüz yüze iletişimin hala diğer iletişim ortamlarına göre baskın bir avantaja sahip olduğunu gösteriyor. Siyasetçilerin özellikle sosyal medya, Twitter, Instagram, Tiktok vb. platformlar üzerinden iletişim kurmalarını ben çok sağlıklı bulmuyorum çünkü oralarda siz siyasetçi olarak argümanlarınızı, önerilerinizi, eleştirilerinizi, programlarınızı, projelerinizi gereken ayrıntıda ve derinlikte verme şansına sahip değilsiniz. O zaman sloganik düzeyde mesajlarla hedef kitlenize ulaşmak istiyorsunuzdur ama sloganlar her zaman o derinlikli mesajların yerini tutmaz hatta sosyal medya çoğu zaman sizin gerçek niyetlerinizi, beklentilerinizi ve önerilerinizi de yanlış anlamaya da çok müsait bir ortamdır. Bu siyasetçilerin tarafı bir de hedef kitlesi açısından baktığımız zaman da hedef kitlede özellikle gençlerde ciddi bir zihin tembelliğine ve kolaycılığına yol açtığı için siyasal mesajları gereği gibi değerlendirmemeye ve bir süre sonra çok yalın kat bir siyasi kültürle kararlar vermelerine ya da verdiklerini zannetmelerine yol açar.

Bir iletişim bilimci olarak günümüz sosyal medya ortamı ve geleneksel basın döneminde yetişmiş X ve Y kuşaklarının farklılıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne gibi farklılıklar ve benzerlikler bulunmaktadır?

Sosyal medya yapısı gereği çok yalınkat mesajlara açık bir ortam. Eğer insanlar özellikle gençler günlerinin büyük bir kısmını sosyal medya üzerinden mesaj alıp vermeleri veya oradaki mesajları takip etmeye ayırırlarsa bu çok ciddi zihinsel bir yozlaşmaya ve kısırlaşmaya yol açar. O bakımdan ben yazılı kültürün zihinsel melekelerimizin, yeteneklerimizin gelişmesi için olmazsa olmaz ortam olduğunu günümüzde de yazılı malzemeni özellikle kitabın gençlerin zihinsel malzemeleri için çok önemli ve öncelikli olduğunu, bundan mahrum kalanların çok daralacağını ve dünya tasavvurlarının da çok yalınkat bir şeye dönüşeceğini öngörebiliyorum. Nitekim bir dönem mecliste kurulan ve başkanlığını yaptığım Bilişim Teknolojileri Bağımlılığı ile Mücadele Komisyonu’nun çalışmaları ve orada konu ile ilgili uzmanların yaptığı açıklamalarda bunun özellikle gençler çok ciddi bir tehdit olduğu sadece Türkiye için değil tüm dünyada çok ciddi bir tehlike olduğunu genç kuşakların artık pek çok şeyi düşünmekte, ifade etmekte ve alımlamakta zorlandıklarını, bir zihinsel körelme ve yozlaşmaya mahkûm edildiklerini düşünüyorum. Zaten bu komisyonun raporunda da bunlar çok net görülüyordu. O bakımdan özellikle sizlere, gençlere, üniversite öğrencilerine tavsiyem sosyal medyayla olan ilişkilerinizi çok seçici davranarak sizi gündelik hayatınızı etkileyecek kadar abartmamanızı, bağımlı hala gelmemenizi varsa böyle bir bağımlılığınız bunu şiirle, kitapla, sinemayla, müzikle ve sporla bir şekilde dengelemeniz ve bütünüyle asıl zihinsel ve entelektüel faaliyetlerinizi oraya kaydırmanızı tavsiye ediyorum.

Deneyimli bir akademisyensiniz. İletişim akademisyeni olmak isteyen öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?

Biraz önce söylediklerim sadece iletişim akademisyeni olmak isteyen değil, dünyaya daha geniş açıdan bakmak isteyen, daha zengin bir zihinsel dünya kurmak isteyen herkese, ama tabi özellikle iletişim alanında çalışmak isteyenlere çok daha fazla yazılı kültüre kitapla, kalemle, defterle, dergiyle, şiirle, sinemayla, tiyatroyla ve sporla çok daha yoğun bir ilişki kurmalarını tavsiye ederim.

Kendi eğitim yıllarınızdaki dönemleri de düşünerek son yirmi yılda eğitimin geldiği son noktayı özetlemek gerekirse nasıl özetlersiniz? Gelinen noktayı nasıl buluyorsunuz?

Ben kendi öğrenciliğimle sizin öğrencilik koşullarınızı karşılaştırdığım zaman sizin hem çok şanslı hem de çok şanssız olduğunuzu düşünüyorum. Çok şanslısınız çünkü beslenebileceğiniz kaynaklar çeşitlendi. Sizin kitaba, basılı malzemelere, sinemaya, müziğe, tiyatroya ve spora erişim imkanlarınız günümüzde çok arttı. Yani kendisini yetiştirmek isteyen gençler için hangi alanda olursa olsun çeşitlenmiş bir ortam söz konusu. Tüm dünyada da bu durum böyle. Dolayısıyla imkanlar çok çeşitlendi ve bu bakımdan çok şanslısınız. Ama buna karşılık sosyal medya bağımlılıkları öylesine arttı ki; bütün bu zenginlikler gözümüzün önünde ve elimizin altında olmasına rağmen, sosyal medya bağımlılığı sizlerin bunlarla ilişki kurmanızı zorlaştırıyor. Benim gençliğimde bir öğrencinin yabancı dil öğrenmek için imkânları o kadar sınırlıydı ki… Diyelim İngilizce öğrenmek istiyorsunuz ya okulda verilen eğitim veya onun üzerine sizin koyabileceğiniz özel kurslar, bir de Türkiye’ye gelen ya da gelmeyen yabancı dergileri takip edebilirdiniz. Kısa dalgada geceleri BBC’nin yayınlarını izleyerek pratiğinizi geliştirmeye çalışacaktınız. Halbuki şimdi televizyonlarda ve internet ortamında farklı dildeki yayınları izleme şansınız çok fazla. Hangi dili öğrenmek isterseniz hem teorik altyapısını hem de pratiğini yapabileceğiniz imkânlar zenginleşti. Önünüzde çok büyük olanaklar var, çok şanslısınız ama eğer bağımlıysanız bu imkanlar boşa akıyor demektir.

SON 20 YILDA EN AZ BÜTÇE AYRILAN BAKANLIK; MİLLİ EĞİTİMDİ…

Eğitim sisteminin eleştirilmesi, Milli Eğitim Bakanının sürekli değişmesi bir düzenin oturmadığı anlamına mı geliyor yoksa sistem daha da iyileştirilmeye mi çalışılıyor?

Bu durum milli sporlarımızdan biri haline dönüştü. Efendim eğitim yaz-boz tahtasına döndü. Niye böyle oldu? Efendim işte sınav sistemleri değiştiriliyor. Eğitim sistemi sınavlardan ibaret değildir. İkincisi bakanların çok değişmesi eğitimde her şeyin yeni baştan yapıldığı veya planlandığı anlamına da gelmez. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye’nin kurumsal kültürü en çok gelişmiş bakanlıklarından biridir. Bir bakanın ben bu akşam böyle yapayım demesiyle yön değiştirecek bir bakanlık değildir. Sınav sistemlerinde yapılan değişiklikler de eğitim sisteminin bütününün iyi işlemediğini göstermez. Tam tersine sınav düzenlerindeki değişikler milli eğitim bakanlığının günün gerektirdiği imkanlara ve ihtiyaçlara anında cevap verebilme kabiliyetini gösterir. Geçmişte elektronik imkanları kullanarak toplu sınavlar yapma imkanımız yoktu, şimdi var. Eğitimde özellikle son yirmi yıl, eğitim sistemimizin ciddi manada altyapı eksiklerinin giderildiği bir dönem olmuştur. Bundan 20-25 yıl önce Türkiye genelinde okul, derslik ve öğretmen mevcudumuz, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı bugünle kıyaslanamayacak kadar kötü durumdaydı. Bugün Türkiye, öğretmen, derslik ve okul sayısında çok ciddi mesafeler aldı. OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) ülkeleri arasında özellikle dezavantajlı kesimlerin yani dar gelirli ve eğitimden uzak kesimler konusundaki açığı en hızlı düzelten ülke Türkiye’dir. Popüler söylemde dediğim gibi bir milli spor halinde eğitim kötü söylemleri bulunmakta. Tüm dünyada böyle söylemler duyulur fakat Türkiye’de artık bu sakız haline geldi. Hiçbir gösterge bunu doğrulamıyor. Ailelerinize kaç kişilik sınıflarda okuduklarını sorun ve kendi sınıflarınıza bakın. Türkiye genelinde sınıftaki öğrenci sayısı 23’tür. Türkiye’de eğitimin haklı olarak eleştirildiği bir nokta vardı ve hala var. O da mesleki eğitimdeki yetersizlik. Ama şunu da söyleyeyim benim bakanlık yaptığım 2013-2017 yılları arası için konuşuyorum; 2002 yılında tüm Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütün bütçesi yanlış hatırlamıyorsam 7 milyar liraydı. Ben bakanlığı bırakırken sadece mesleki ve teknik eğitime ayrılan bütçe enflasyon düştükten sonra 2002 yılında bütün milli eğitim bakanlığına ayrılan bütçe kadardı. Yani sadece mesleki eğitime ayrılan bütçe kadar mesleki ve teknik eğitime ayırdığımız bütçe 12 – 13 sene önce bütün milli eğitim bakanlığının bütçesiydi. Son yirmi yılda genel bütçede en fazla pay ayrılan bakanlık Milli Eğitim Bakanlığı’dır.  Bu da Türkiye’nin eğitime verdiği önemin ve önceliğin göstergesidir. Ondan önce savunma sağlık bakanlığı en fazla bütçe alırdı. Onlar yine iyi bütçe alıyorlar ama birinci sıra hep Milli Eğitim Bakanlığı’dır. Bunun sonuçlarını da öğrenci ve öğretmen sayılarında görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en fazla öğretmen ataması yapan bakanım. Bu benim kişisel başarım değil hükümetin verdiği bütçe imkanlarıyla biz bu kadar çok öğretmeni atamış olduk. Şimdi bundan sonra bu rekoru kimse kıramaz çünkü o kadar öğretmen açığımız yok.  270 bin öğretmen ataması yaptım ama o kadar ihtiyaç olduğu için yapabildim. Şu an o kadar öğretmene ihtiyacımız yok çünkü bir milyonun üzerinde öğretmenimiz var.

Enformatik Cehalet adlı kitabınızı okuyanların hepsi sizin çok iyi analiz yapabildiğinizi ve kitabın geçmiş yıllarda yazılmış olmasına rağmen günümüzü ifade ettiğinizi söylüyorlar. Sizce kitabınız bugüne ilişkin neler söylüyor?

Enformatik Cehalet kitabı dediğiniz gibi ilk baskısı otuz sene önce çıkan bir kitap. O kitapta tartıştığımız konular yaptığımız çözümlemeler ve analizlerin bugünde bazılarının büyük ölçüde geçerli olmasının sebebi hem teorik hem pratik kaynaklardan beslenmiş olmasıdır. Ben o dönemde o kitap yazılmadan önce ve yazım sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanı rahmetli Hasan Celal Güzel’in danışmanıydım ve Anadolu Üniversitesi’nde hocaydım. Danışman olarak görevim de Türkiye’nin bilgisayar destekli eğitime uyarlanması ve hazırlanması ile ilgiliydi. Yani yeni enformasyon teknolojileri eğitim sistemini nasıl etkiliyor ve Türk eğitim sistemi ne tür değişimler yapmalıdır bunları çalışıyordum. Çünkü o dönemde Avrupa Konseyi eğitim bakanları konferansı İstanbul’da yapılacaktı. Konferansın ana teması da enformasyon teknolojileri ve eğitim sistemleri idi. O konferansa her ülke bir ulusal rapor sunardı. Bu raporu hazırlama görevini Hasan Bey bana vermişti. Bende üniversitedeki arkadaşlarımla birlikte Türkiye Milli Raporunu hazırlamıştım.  Bu süreçte Amerika’da kısa bir inceleme gezisine de katılmıştım. Dolayısıyla dediğim gibi hem teorik hem de pratik olarak konuyla ilgili kaynaklar bir araya geldiği için onları kitapta da değerlendirmiş oldum. Eğer orada hala bugünde geçerli olan bir takım çözümlemeler varsa ki var sebebi budur.