Geçenler de Neftlix’de  sekiz bölümlük  bir dizi izledim. The West. Yani “Batı.”

Amerika’nın 1800’lü yıllarda yaşadığı iç savaş  sonrası olanları hikaye eden dramatize edilmiş bir belgesel. Henüz iki yüz küsür yıllık tarihi olan bir ülkenin sanatçıları, tarihçileri ve siyasetçileri bu dizinin içinde rol almışlar. Amerika’nın kanlı geçmişinde yaşadıklarını  hiçbir abartıya kaçmadan bir film gibi anlatmışlar ve oynamışlar.. Etkilenmemek mümkün değil.

Şöyle bir kurgusu var. Siyasetçiler , ünlü sanatçılar ve  tarihçiler bölüm bölüm geçmişi anlatıyor ve yorumluyorlar . Her anlatımın arkasından olay dramatize ediliyor ve heyecanlı bir kısa filme dönüşüyor. Olaylar film kurgusu haline geliyor. Heyecanla izliyorsunuz.. Belgesel dizinin sonunda Amerikan tarihi hakkında çok doygun bir bilgi sahibi olduğunuzu hissediyorsunuz... Gerçek hayatı yansıtan Güney ve Kuzey savaşı, dönemin  başkanı  Grant, acımasız general Custer, Kızılderili kahramanlar, Çılgın At, Oturan Boğa ve onların kabileleri için verdiği onurlu mücadele , batıya hücum, altına hücum , Jessi James, Billy the Kid , ünlü şerif  Wyatt Earp mükemmel dramatize edilmiş.

Düşündüm. Neden Anadolu topraklarında bin yıllık kadim tarihi olan bir ülke böyle bir diziyi ,bir filmi, bir belgeseli yapamaz. Malzeme iki asırlık tarihi olan Amerika’dan  çok daha fazla. Bırakın 1071’den bu yana olanları sadece Çanakkale Harbinden, Kurtuluş Savaşından, Balkan Harplerinden  bir milyon senaryo çıkarabilirsiniz. Ama yok.. Aslında okumaktan çok seyretmeyi seven bir topluma tarih bilincini bu tür sanatsal ve belgesel tarzında anlatmanın çok daha kolay ve etkili olacağını düşünüyorum...

Yapabildiklerimiz  “Kahpe Bizans” türünden öteye gitmiyor , gidemiyor. Gereksiz abartılı bazen saçma ötesi  bir hamaset. var. Ne analitik, ne sanatsal bir yaklaşım yok.. İlkokulda hatırlıyorum. Bizi okulca II..Dünya Savaşının sonunda, müttefiklerin Normandiya çıkartmasını anlatan “En Uzun Gün” isimli bir filme götürüldük. Herhalde Milli Eğitim tavsiye etmiş. O zaman kafamıza yerleşmişti II.Dünya harbi ve iyi Amerikalı, kötü Alman. Üç saat süren film hala aklımdadır.  

Bu tür yapıtları  bir anıdan öte tarihe düşülmüş notlar olarak görmemiz gerekiyor.

Bırakın bir film veya dizi yapmayı daha kendi tarihimizi gerçek anlamda bilmiyoruz. Bahsettiğim dizinin geçtiği  dönemde  henüz ortada Amerika diye bir ulus yok.. Oysa aynı yıllarda bizim büyük bir imparatorluğuz var.  II.Mahmut, 1.Abdülmecit dönemi.

Cehalet ve çöküşün  yaşandığı bu dönemin sonunda, çok değil 40-50  yıl sonra Amerikan mandası isteyecek duruma geldik. Bilimin olmadığı yerde maalesef sanat da olmuyor. Üç sanayi devrimini ıskalamış, 4,0 endüstri devrimini kavrayamamış ve dışında kalmış bir toplumuz ve hala bunu anlayamayan, yöneticilerimiz var.. Şu fıkra bizim tarihten ne anladığımızı iyi anlatır sanırım .

Bir Arnavut genci, kaçak olarak New York’a giden bir şilebe binmiş. Gemi Amerika’ya yaklaşırken yakalamışlar. İkinci kaptan kendisini İstanbul’a geri götürmek üzere geminin kıç altında karanlık bir yere hapsetmiş. Zavallı Arnavut çocuğu Şilep New York da kaldığı sürece yarı karanlık bir bölmede, gece gündüz sadece doklardaki vinçlerle, geminin vinçlerinin seslerini dinlemiş. Sonra da değil Amerika’yı gökyüzünü bile göremeden ters geri İstanbul’a..

Amerika’ya gittiğini bilen arkadaşları, durmadan sorarlarmış..

-E anlat bakalım neler gördün New York’ta ?

Arnavut genci başını hafif yana eğer, kaşlarını kaldırıp dudağını sarkıtarak ;

-Vallahi ne diyeyim bilmem ki , bir gürültü, bir gürültü.. der dururmuş..

Biz de sanki böyle bir geminin kıç tarafına tıkılmış , gökyüzünü bile görmeyen bu çocuk gibi dünyayı anlamaya çalışıyoruz.

Algıladığımız tek  şey bir gürültü, bir gürültü.. O kadar.