Yaşadığımız felaketlerin ilk çağlardan beri toplumsal psikolojiye etkileri her zaman bilim adamlarının ve sosyologların merak konusu olmuştur. Bu tür durumlarda insanlar başlarına gelen olayların nedenlerini düşünürler. Neden böyle oluyor? Bütün bunların sorumlusu kim? Gibi sorulara kendi inanç ve kültürlerinin içinde cevap aramışlardır. Olayları bir uğursuzluğa, kötülüğe bağlamak kültürel olarak ilk çağlardan beri vardır. Genelde varılan nokta olayları görünmeyen güçlere bağlamak, tanrının insanlara bir cezası ve gazabı olarak görmek, uğursuzluk veya komplo teorileri ile açıklamak şeklinde olur. Tabi bunlar kültürel ve toplumsal dokuyla da sıkı sıkıya ilgilidirler.

İlk çağlarda Türklerin, Tengrici inanç sisteminde salgın hastalıklar, çoğunlukla Erlik Han ya da kötü ruhların gönderdiği bir felaket olarak düşünülürdü. Erlik Han, Türk ve Altay mitolojisinde kötülük yapan Tanrı ruhudur. Gök Tanrı'nın oğlu ve yeraltı aleminin efendisidir. İnanışa göre Erlik Han ve kötü ruhlar, insanların kendilerine karşı saygısızlıkları karşısında onları cezalandırmak ve kendilerine kurban sunulması için hastalıklar gönderir. İnsanlar da onun isteğini yerine getirerek, kurban sunarlar ve salgının sona ereceğini ümit ederler. Ancak bu istekler yerine getirilse bile hastalık çoğu zaman geçmez. Bu süreçte salgın hastalığa yakalanan kişiye ise yaklaşılmaz. İnsanların salgın hastalığa yakalanan kişiyi bilmeleri ve ondan uzak durmaları için hasta kişinin çadırının girişine bir bayrak asılır ve iki yıl o çadıra girilmezdi. Bu adet bugün bildiğimiz karantina sisteminin ilk uygulaması olarak görülebilir...

Tarihte, yöneticilerin, padişahların, kralların ve diktatörlerin de felaketler veya savaşlar karşısında bu tür inançları vardı. Bu sadece bizde değil Avrupa’da da böyleydi.  Mesela Napolyon gibi Fransız devrimiyle aydınlanmış, bir büyük komutan kuyruklu yıldızları kendisi için uğurlu sayardı. Nedeni, o doğmadan hemen önce 1769’da bir kuyruklu yıldızın gökyüzünde görülmesi. Ama 1811’de kuyruklu yıldız görünmesinin hemen ardından çıktığı Rusya seferinde 680 bin kişilik ordusuyla perişan olunca bu inancından vazgeçmişti.

Roma İmparatoru Nero (Neron da denir),  Roma yanarken şehrin 50 kilometre dışındaki villasındaydı. Yangın ertesinde yardım çalışmaları için kente döndüğünde halk arasında imparator Nero’nun kenti bilerek yaktığı söylentisi çıkmıştı. ( Hala da öyle bilinir) Hatta Nero’nun kent yanarken Troya’nın yanışıyla ilgili bir şarkı mırıldandığı dilden dile dolaşıyordu. Söylentilere çok kızan Nero yangının suçunu kentteki Hristiyanların üstüne attı. Yeni bir din icat ederek tanrıları kızdırmış olsalar gerekti.

Osmanlı sarayında müneccimler (astrolog) bulunduğu bilinir. Bunlar gelecekten, olacaktan, hastalıktan, salgından haber verir, siyaset kurumunu yönlendirirlerdi. Özellikle din alimlerinin bu konularla ilgili, çıkardıkları fetvalar vardır. Örneğin Osmanlı döneminde Takiyüddin Rasıd’ın öncülüğünde kurulan ilk gözlemevi İstanbul Gözlemevi idi. Bu gözlemevinde 16. yüzyılın en mükemmel gözlem araçları inşa edilmiştir. Taküyiddin Efendi bir astrolog ve matematikçiydi. Bir bilim adamıydı. Önemli çalışmaların yapılmasına öncülük etmişti. Yaptıkları 1580 yılında kuyruklu bir yıldızın geçişinin arkasından baş gösteren veba salgını ve hemen akabinde meydana gelen depremin sebebi olarak gösterildi. Şeyhülislam Kadızade de bu yönde fetva verince rasathane III. Murat’ın emriyle topa tutularak yıkıldı.

Hele İstanbul’daki bazı yangınlar Roma yangınını aratmayacak nitelikteydi. Yangın ve deprem Allah’ın gazabı olarak görülürdü. Evliya Çelebi, İstanbul’da büyük bir yangını mucizevi bir şekilde atlatan bir Nalıncı’nın hikayesini anlatırken, mütevazı zanaatkarın kurtuluşunu “mübarek” oluşuna bağlamış. Yazar Ayşen Gür, Prof. Dr. Abdurrahman Kılıç’tan naklen “Halk yangınları daima bir uğursuzluğa, bir musibete bağlardı. Yangın bazen de fazla zevk ve sefanın, israfların bir neticesi olarak görülürdü” diyor.

1753 yılında İstanbul’un yarısını yok eden büyük Cibali yangını münasebetiyle bir şair “Vay İstanbul’u yaktı fukaranın ahı” demiştir. Aynı Cibali’de 1756 ve 1780 yılında yine yıkımı çok büyük iki yangın daha çıkınca 1780 yılının Ramazan Bayramı, İstanbul’un fethinden sonra yaşanan bayramların en neşesizi oldu ve “Kızıl Bayram” olarak tarihe geçti. Öyle ki Cibali’ye bu yüzden “Uğursuz Cibali” adını taktılar. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Seferi’nden hemen sonra idam ettirdiği nişancısı Tacizade Cafer Çelebi’nin ölümünden az sonra çıkan büyük bir İstanbul yangını için “Bu büyük felaket zavallı Tacizade’yi idam ettirmemin bana bir cezasıdır” demiştir.

İnsan doğası bu tür olayları kader, fıtrat veya ilahi güce bağlamaya yatkındır. Batıl inançlar kriz zamanında yoğunlaşır. Yazar Ayşen Gür “Krizin ardından insanlar bir günah keçisi bulup ona yükleniyor veya bir komplo teorisi üretiyorsa,  bunun nedeni o toplumda zaten düşmanlık politikaları nedeniyle dışlanan kuşkulanılan grup veya grupların var olmasıdır” diyor.

Bugün bilim dünyası bu tür olayları tamamen çözmüş olmasına rağmen, salgınların, büyük doğa olaylarının aynı sebeplere dayandığına inananların, aşı, ilaç karşıtlarının sayısı çok da azımsanmayacak bir nüfus. Yaşam yıllar içinde şekil değiştirse de, bilim her şeyi açıklayabilir hale gelse de vasat toplumlarda davranışlar hep aynı. O yüzdendir ki sorunlarımıza çare bulmakta ya geç kalıyoruz ya da unutup gidiyoruz. Bu felaketlerin, insanları sömürmek veya kişisel çıkarı için fırsat olarak gören azımsanmayacak bir topluluğun varlığını da şöyle bir tarafa koyalım. Esen kalın...

Kaynak; #Tarih Dergisi Ayşen Gür / Esma Özçelik Morkoç Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü / Kürşat Bardakçı Erciyes Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı Makale / Wikipedia