Geçmişe baktım; birçok söyleşi yapmışım.
Gazeteye haberleri yazdıktan sonra: “Hadi git bir röportaj yap!” dedi. Konuyu sordum, “Gazoz mu dedin?” dedi.
Bana tüyo verdi sandım. Hafife alındığımı düşünemeden bir avuç karalama kağıdı alıp kurşun kalemimi sivriltip yelken açtım, Zaza marka jileti de mendil cebime yerleştirdim -o günlerde tükenmez kalem daha çıkmamıştı! Kalemimizi az mı jiletle sivriltmedik…
Acaba gazoz ile ilgili röportajda neler sorulurdu, neler yazılırdı? Rıza’nın kahvesinde soluğu aldım ve bir çay ile kafamı toplama molası verdim…
Rıza omzunda gezdirdiği kirli peşkirle masamı silip çayı bırakırken, “Bu on beş kuruş, ikincisi ise 10 kuruş, yani sana!” dedi. Yirmi beş kuruşu peşin alıp çekildi…
Malum, gazetecilerin ayrıcalığı; artı kıyak!..
Karalama için bir tarafı yanlış baskılı ikinci hamur kâğıda “gazoz” röportajında neler soracağımı tespit edemeden çay bitti.
Ben kara kara düşünürken cam kenarındaki masada kafa kafaya vermiş üç kişiden biri çıktı geldi, karşıma çöktü. Elindeki cevizden büyükçe bir şeyleri önüme koydu ve, “Ne kokuyor bunlar?” dedi.
Kokladım, bilemedim. Cebinden çakısını çıkarıp taşı biraz yonttu. Parmaklarının arasındaki tozu ovalayıp burnuma uzattı. Kokladım tekrar. Yine anlayamadım. Adam, “Pudra kokmuyor mu?” diye sordu.
“Evet, evet” dedim şimdi çözdüm… Gerçekten de pudra kokuyordu. Adamlar da taşların “pudra” taşı olduğunu söylediler. Bir maden bulmuşlar…
Adam masasına döndü ve Rıza geldi. Elindeki çayı önüme koyarken ayağı ile dizime vurdu. Başımı kaldırınca kaş göz ile adamları işaret etti.
Rıza’nın ne demek istediğini anlamadım, ama şöyle bir toplandım. Ve ikinci parası ödenmiş çayı da bitirip aceleyle kahveden çıktım.
Pudra taşlarının çevresinde baş başa vermiş adamlara, “Geleceğim” diyerek!
Şimdi hedefim gazozdu… Ya herrü, ya merru deyip gazoz haneden içeri girecektim ama hangisinin?
Ethem gazozu, Ünal gazozu ve Kızıldağ gazozu vardı.
Kızıldağ’ı seçtim. Sakarya caddesindeydi gazozhane!
Kapısına vardım. İçerden şakır-şukur sesler geliyordu ve bir yazıhane vardı önde. “İçeri girmek yasaktır” yazan kapının ötesinde şişeler doluyor, kasalara konuyordu.
Çizmeli adamlar çalışıyordu. Kenardan gördüğüm yaşlı bir bey, “Nasıl yapıyorsunuz gazozu?” diye soruma kestirmeden yanıt verdi.
”Şeker, su ve gaz verirsen makineden gazoz alırsın… Meslek sırrıdır, fazla söylenmez”, dedi.
Kasalarda tam 24 şişe varmış. “Depozitoyla beraber üç buçuk lira” bilgisini de not edip başka yazacak bir şey bulamadığım röportajla gazoz haneden çıktım…
Gazozhane olmadı. “Buz gibi değilse, paran geri,” diye satılan gazozun buzuna yollandım.
Şimdiki Kanatlı’nın yan sokağındaki, yine Kanatlıların buz imal fabrikasındayım.
İçerisi buz gibi. On beş’e yirmi beş ve yetmiş beş santim boyunda buz kalıpları çıkıyormuş makineden…
Nasıl olduğunu yine meslek sırrı dolayısıyla öğrenemedik ama yazacak oluştu gördüklerimizden…
Soluğu gazetede aldık, oturup üçüncü sayfayı röportajımızla değerlendirdik, olduğu kadarıyla.
İş bitimi Rıza’nın kahvesine uğradım. Rıza, madencilerin beni epey beklediğini söyledi. Adamların Yasin Çakır’a buğday satan köylü vatandaşa musallat olduklarını, paralarını dolandırmak için “talk taşlarını” kullandıklarını da…
Birden hayıflanarak ayıktım. Gerçek röportajı kaçırmıştım…