Afrika’da çalışan antropolog, yerli kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşan kazanacaktır. Ödül oradaki meyveleri yemektir.

“Haydi, şimdi!” dediğinde bütün çocuklar el ele tutuşup, koşarlar. Ağacın altına hepsi birlikte varırlar ve meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler:

Biz “ubuntu” yaptık. Eğer yarışsaydık, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan o kişi ödül meyveleri yiyebilir? Oysa ubuntu yaparak, meyveleri hepimiz yedik.”

Sonra antropoloğa ubuntunun anlamını açıklarlar. “Ben, biz olduğumuz zaman ben’imdir.”

Güney Afrika’da “ubuntu”, Uganda ve Tanzanya’da “obuntu”, Zimbabve’de “unhu” olarak anılan kolektif yaşam felsefesi, başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever olmak gibi insani değerlerin temel alındığı bir dünya görüşüdür. Tek kelime ile “İnsanlık.”

Bu felsefe; 2004 yılında John Boorman’ın yönetmenliğini üstlendiği Güney Afrika, İngiltere ve İrlanda ortak yapımı olan “In My Country” filminin de ana konusu. Ülkemizde “Benim Ülkem” ismiyle gösterildi. 1996 yılında Güney Afrika’da yaşananları, insanların hayatın zorlu mücadelesi karşısında verdikleri sınavı anlatıyor. İzlemeyenlere öneririm.

Aslında bu felsefe dünyanın pek çok yerinde, sayısız gelenekte yer alıyor. Güzel ülkemizde de fazlasıyla var. Lakin son yıllarda çevremize baktığımızda ve olanları işittiğimizde bazen göremez olduk kırıntılarını bile!

Neyi paylaşamıyoruz?

Teknoloji ilerledikçe yaşantılarımızda önceliklerimiz mi değişti? Yoksa pandemi kısıtlama ve kapanmaları bedenlerimizi kapattığı gibi zihinlerimizi de kapattı mı?

Ne oldu insanı insan yapan duygularımıza? Neler oluyor bize?

İyilikler gönüllülük esası üzerine kuruludur çoğu zaman. Yoksa adı iyilik olmaz. İçinizden gelir, hissedersiniz, düşünürsünüz, planlarsınız ve yaparsınız.

25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” bir yıl sonra tekrar anılacak, kutlanacak. O akşam; düşüncelerine değer verdiğim arkadaşlarımdan biri mesaj göndermiş. “Katılım neden bu kadar az, Eskişehir adına üzüldüm” dedi. Sizce neden? “Ubuntu” yapamadık mı?

Şehrimizde; tiyatro oyunları, Grev filminin sinemalarımızda gösterimi, Espark ve Adalar’dan başlayan yürüyüşler, yerel TV kanallarımızdaki programlar, Eskişehirsporlu futbolcuların “Şiddetsiz bir dünya için söz ver” yazılı tişörtler ile antrenmanları gibi etkinlikler çeşitli platformlarda gerçekleştirildi.

“Eskişehir Kadın Dayanışması” üyesi olarak dâhil olduğum çalışmalardı bazıları. 25 Kasım günü, Ulus Anıtı önünde sabahın onunda toplanmıştı tam 22 kadın. Biri üç-dört adım öne çıktı ve altmış bir yıl önce, Dominik Cumhuriyeti’nde yaşanan MirabelKardeşler’in öldürülmesi ile başladı duygu yüklü konuşmasına. “Bugün burada kadınların şiddete maruz kalmaması için yapılması gerekenleri sıralayacağız”ve bir bir üzerine basa basa haykırdı var gücü ile… Arkasında, kendi gibi dimdik duruşları ve bakışlarıyla tek yürek olan hem cinsleriyle devam etti cümlelerine.

“Kadına yönelik şiddet son bulsun!”

Bir ara önüme denk gelen binalarda dolaştırdım göz bebeklerimi. Birkaç kadın pencerelerini açmış dinliyorlardı can kulağıyla, bakıyorlardı bizlere kendi dünyalarından, kim bilir ne hissediyorlardı ruhlarının derinliklerinde?

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ile kadın haklarını pek çok batılı ülkeden daha önce elde etmemize rağmen bugün, dünya cinsiyet eşitsizliği raporuna göre 156 ülke arasında 133. sırada yer almaktayız.

Atatürk ve eşi Latife Hanım; 31 Ocak 1923 tarihinde İzmir’de yapılan Kadın Kurultay’ına katılırlar ve Ulu Önder şunları söyler:

“Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmekle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur. Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atalette olursa, o toplum felce uğramış demektir.

Toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir. Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar, erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir. Kadınlar toplum yaşamında erkekler ile birlikte yürüyerek, birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”

Aslında şiddet uygulayanlar bilmiyorlar mı topluma da şiddet bulaştırdıklarını, aynı toplum içinde yaşadıklarını ve anlaşılmadıklarını mı zannediyorlar ki kendilerinin de şiddete meyilli büyütüldüklerinden dolayı öyle olduklarını…

Ey İnsanoğlu!

Cinsiyet ayırt etmeksizin sesleniyorum Aysel Gürel’in sözleri ile:

Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz,

Sultan Süleyman’a kalmadı böyle,

Hiçbir kitap yazmaz!