Katran karası gecenin derinliğinde…

Saatler 4.17’yi gösteriyordu.

Altmış beş saniye, kısa gibi düşünülse de…

13 milyona yakın insan adına, hayatlarının en uzun anlarıydı.

***

Ya sonrası…

Şu garip halimden bilen şiveli nazlı, gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?

Datlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm, gönlüm hep seni arıyor.

Neredesin sen?

Enkaz!

Şiddetini ve ne kadar süreceğini bilemediğimiz enkaz altındayız maalesef! Kaybettiklerimiz toprak altında, kalanlarımız yaşayan enkazız.

***

Değerli Okurlarım, 6 Şubat depremi olduğunda Samsun’da idim. İlkini hissetmedim. Lakin öğle saatindekini…

Sallanan lambaya gözlerim takılı, ayakta dondum kaldım.

Ertesi gün…

YÖK kararı ile üniversitelerin ileri bir tarihe ertelenmesinden dolayı oğlumla Eskişehir’e gideceğiz. Ulaşım; tıpkı insanlar gibi kilitlenmiş vaziyette. Hava durumu, yaşananları daha da zorlaştırmak istercesine yurdumun üzerine tüm kasvetiyle çökmüş sanki!

Başka zaman olsa; iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden dolayı yağan kara, yağmura seviniriz. Ancak şimdi…

Gece 22.10 uçağında yer bulabildik. Çarşamba Havalimanı’na otobüsle giderken, boş yer olmayan araçta, sadece bir kişi konuşuyordu. Televizyonda, deprem bölgesinden bilgiler veren haber sunucusu!

Hava limanı aşırı kalabalık! Üç belki de dört uçak yolcusu binanın içindeyiz. Oturulacak yerler ful ve ayakta olanlar çoğunlukta. Bebek ve küçük çocukların dışında herkes, kendi kabuğunda sessizce konuşmakta, bakışmakta!

Bizim uçaktan önce kalkışı planlanan seferin ertelendiği anonsu ile bina yankılandı. On beş dakika geçmedi ki, bir anons daha. İstanbul Sabiha Gökçen’e gideceklerin de 40 dakika. Daha sonra 20 dakika…

23.30 ve uçağın içindeyiz. Kapılar kapatıldı.

Boş yer yok. Kemerler takıldı. Hostesler gerekli uçuş bilgilerini paylaştı. Kalkışı bekliyoruz. On beş dakika geçti, hareket yok!

Uzun boylu 10 C’de oturan genç adam ve bir ön koltukta orta yaşlarındaki kadın an farkıyla, kafa üstü paneldeki düğmelerden birine bastı. Görevli geldi. Yolcu telaşlı bir tonla:

-“Neden kalkmıyoruz?” dedi.

-“Bilemiyorum, pilotumuzdan bilgi gelmedi.”

Yarım saat geçmişti, pilot yorgun, üzgün, söyleyeceklerini özenle seçmeye gayret gösterdiği açıkça belli şekilde tane tane konuştu. Deprem hakkında iki-üç cümlenin ardından;  Sabiha Gökçen Hava Limanı’nın, hava ve pist koşullarının inişe uygun olmadığını belirtti. Gelecek talimata göre, bizleri bilgilendireceğini ifade etti.

Sicim misali yağmur yağıyordu. Kanat üzerinde, acil çıkışın cam kenarında idim. Deprem bölgesinin görüntüleri hafızamdan geçtikçe, kapılar kapandığından itibaren içinde bulunduğumuz aracı “Uçan tabut” olarak düşünüyordum.

Bir saat sonra ağır ağır ilerlemeye başladık. Yağmur hızını daha da arttırıyordu.  Dakikalar o kadar yavaş ilerliyordu ki, tıpkı “bastıbacak” çocuk şarkısı olan Şubat’ın en kısa ay olmasına rağmen bir türlü geçmek bilmeyen günleri gibi!

Yağmur yerini lapa lapa yağan kara bırakmıştı şimdi de! İniş yapacağımız yerin uygunluğunu beklerken, kalkış yapacağımız zemin, çok kısa zamanda beyaz kalın bir örtüyle kaplanmaya başlamıştı.

Uçan tabut, “Teknik” yazan bir yapının yakınlarına geldi ve sabitledi. Vinç midir, itfaiye aracı mıdır? Hostesin açıklamasına göre; temel bileşeni propilen glikol olan ve buzlanmadan koruma amaçlı bir sıvı, kanatlarımıza püskürtülüyordu. Üzerimize yağan kardan eser yok şimdi. Lakin ızdırap içinde yorgunuz şimdi…

Adına; metal mi, mental mi, manevi mi, ne derseniz?

Tarifi yok!

Bu arada; uçak, yoğun kar yağışı altında 01.20’de havalandı.

***

Günlerdir deprem ile ilgili pek çok haber yapılıyor. Yetkililer, konunun uzmanları görüşlerini anlatıyor.

Deprem öncesi, sırası, sonrası…

Yıllardır ülkemizin deprem kuşağında olduğu bilindiği halde, neden önlemler alınmaz? Ana vatanımızın canlarının değeri, kurallara uygun yapılmayan binalardan daha mı kıymetsizdir?  

İmarın affı oluyor da, canların affı olur mu?

Bilime uygun hareket etmek ile bilime kafa tutmanın, yaşam-ölüm arasındaki gerçekliğini yaşıyoruz tekrar tekrar… 

***

Son olarak,  çadır devleti falan değiliz biz. Neden mi?

Çadırımız yok ki, ihtiyaç sahibi insanımıza yetecek kadar! Alınıyor, satılıyor.

Tıpkı kanımız gibi, canımız gibi!