Son zamanlarda çevremde bulunan belli yaşa gelmiş çoğu kişiden ömürlerini huzurevlerinde tamamlamayı planladıklarını sıkça duyar oldum.

 Huzurevi; kelime anlamı itibariyle huzur dolu bir yeri çağrıştırsa da, yaşlı insanların genellikle ilgisizlikten dolayı bırakıldıkları ve huzur tanımını yeniden sorgulatan bir mekân, kısaca yoğun bir yalnızlık ortamı...

Düşününce, ''acaba ismiyle içeriği birbirine bu kadar zıt olan başka neler olabilir?'' diyorum.

Hiç böyle yerleri ziyarete gittiniz mi bilmiyorum ama gittiğinizde oradaki yaşlı insanların nasıl hasret içinde yaşamaya çalıştıklarına, her gördükleri kişiyi bir şekilde çocuklarıyla özdeşleştirdiklerine şahit olabilirsiniz.

Ben mi?

Arada bir giderim.

İlginçtir ki, daha içeri adımınızı atar atmaz müthiş bir sessizliğin hâkim olduğunu görüyorsunuz. Sanki herkes birbiriyle sözleşmiş gibi gözleriyle konuşup yürekleriyle dinliyor. Yaşlı yüzlerdeki ifadelerden gençliklerindeki güzelliği, yakışıklılığı, beden dillerinden ise eğitimli kişiler olduklarını görmek mümkün.

Ortalıkta inanılmaz bir kasvet var. Gezindikçe hayatın içerisinde yaşlanmak diye bir kavramın da var olduğunu iliklerine kadar hissediyor insan.

Karşılaştığınız yüzlerde her şey var. Hasret, yaşanmışlıklar ve de yaşanmamışlıklar...

Görünen imkânlar ne kadar iyi olursa olsun yüzlerdeki yarım yamalak tebessümün, gözlerdeki loş ışığın, seslerdeki titreyişin mutsuzluğun ta kendisi olduğunu görmek çok acı. Hele bir de, geleni gideni olmayıp arkadaşlarını ziyaret edenlere nemli gözlerle imrenerek bakanları anlatmaya gerek yok sanırım.

Buraya yaptığım her ziyaret nedense bende biraz huzur, biraz da adı konulamayan bir burukluk yaratıyor.

Birbirinden farklı hayat hikâyelerini birinci ağızlardan dinlemek insanda derin bir etki bırakıyor. Hayatın bir su gibi akıp gittiğini, yaşarken detaylara takılmamak gerektiğini, kısaca hayata dair ne varsa huzurevlerindeki yaşlılardan öğrenmek daha bir etkili mi oluyor ne?

“Beklemek cehennemdir. Ama beklerim seni'' diyen Shakespeare, ne kadar da haklı...

Beklemek bir yerde umut ve sabrın vazgeçmeyen direnişi değil mi?

Her ne kadar hayatımızın büyük bir kısmını mezun olmak, işe girmek, askerlikten teskere almak gibi bekleyişlerle geçirsek de buradaki durum çok farklı. Burada karşılaştıklarım üzüyor beni, her seferinde vedalaşırken gözlerim dolu dolu, boğazımda kocaman bir yumrukla çıkıyorum dışarı.

Belki de Cemal Süreyâ'nın dediği doğru:

"Her şeyin fazlası zarar, yaşamanın bile..."

Ah ölümü bir anlayabilsek; yaşamı da, yaşlılarımızı da daha iyi anlayacağız ya!

Yine aklıma Irvin Yalom'un ''Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek'' adlı kitabından alıntıladığım şu söz geliyor:

''Hayat günbegün, dakika dakika hayatta kalmaktan ibaretti.''

Belki de öyledir kim bilir?

Sizlere naçizane tavsiyem, gelecekte kendiniz veya bir büyüğünüz için böyle bir planınız varsa, hiç vakit kaybetmeden bir huzurevine gidip o havayı soluyun ve bir kez daha düşünün.

Sevgiyle kalın...