Kabağı sever misiniz?

Ne kabağı mı? Ona siz karar verin.

Rivayete göre; Fatih Sultan Mehmet(1432-1481)’in yaptırdığı medreseye devam eden talebelere, medresenin aşevinde her gün yemek verilir, bilhassa Cuma günü sofralar daha da zenginleşirmiş. Lakin kabak mevsimi geldiğinde, neredeyse her gün ana ürünün kabak olduğu yemekler çıkarmış. Bunu gören öğrenciler; bıktıklarını anlatmak, sıkıcı hal aldığını ifade etmek anlamında “Kabak tadı verdi” deyimini kullanırlarmış.

O gün bugündür, TDK Türkçe Deyimler Sözlüğü içindeki anlamı ilk günkü tazeliğini korumakta!

Son zamanlarda şehrimiz ve ülkemizde yaşananları düşündüğümde; aynı konular, sorular, sorunlar üzerinde kısır döngünün bir türlü dışına çıkıl/a/madığını görüyorum.

Aynı nakarat, hep aynı aynı…

Sürmenaj olup çıkacağız bu gidişle!

Bunlardan en dikkatimi çeken “Dünyanın ilk sertifikalı üniversite havalimanı” ünvanlı Eskişehir Hasan Polatkan Havalimanı’ndan uçuşların engellenmesi mevzusu. Uzun uzadıya anlatmak istemiyorum.  Medcezirler sonrası, nihai karar aklıselim şekilde uygulanır kanaatindeyim.

Tek söyleyeceğim: “Meyve veren ağacı taşlamayın.”

Bugün Eskişehir, yarın vatanımızın başka bir köşesi.

Ahmet Arif’in şiirindeki gibi “Yurdum benim şahdamarım.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Yurt sevgisi ona hizmetle ölçülür.”

Havalimanı deyince;  4 Nisan Pazartesi, Samsun için iftar vaktinde, anlatmadan geçemeyeceğim bir olay yaşadım. Çarşamba’ya indim ve bel fıtığımın verdiği acı içinde, brütü 8 kilogram, kendi gibi küçük iki tekerlekli, lacivert renkli, bilgisayarıma da yarenlik eden, arkamdan tıkır mıkır gelen el bagajımla Bafaş otobüsüne bindim. Bu defa yaren aşağıda ben yukarıda, 3 numaralı koltuktayım. Gelen yolcu kapısından çıkan yok, sürücü de oturdu yerine, başladık beklemeye… Neden bekliyorsunuz derseniz; inanın bir otobüs dolusu insan, bilmiyoruz.

Ta ki arkadan, 60’larında bir adamın hafif sinirli, yüksek ses tonuyla: “Kaptan, ne bekliyoruz?” sorusuna dek.

Yaklaşık 7-8 dakikadır her an gitmeye hazır vaziyetteki şoför, aynasından bakıp: “Aşağıdaki bayanı” dedi.

Araçtaki 8-9 kişiden senkronize şekilde: “Neden” nidası yükseldi.

Genç sürücü bir yandan burnundan soluyormuşçasına diğer taraftan sakin olması gerektiğinin farkında: “Orucunu açacakmış.”

(O gün, Samsun için iftar vakti 19.10, saat olmuş 19.16)

Bu cevap sürücünün ağzından çıktığı anda, belki 10-12 kişiden: “Hepimiz oruçluyuz. Orucunu araçta açabilir, biz öyle yaptık. Bir otobüs dolusu insan bekletilir mi? Ayıp. Siz yetkilisiniz niçin söylemiyorsunuz?” cümleleri ardı ardına geldi.

O sırada bir erkek sesi yükseldi: “Bayan aşağıda sigara içiyor.”

1 numaradaki orta yaşlı hanım: “Yahu şuna bayan demeyin, baydınız vallahi beni. Şoför oğlum kadın kalsın, hayde gidelum, bas gaza.”

Sürücü dayanamadı ve “Gidin siz de söyleyin, bekle dedi bana.”

Haydi bre pehlivan, çıkarlar meydane meydane!

İlk soruyu soran adamın sert ayak sesleri duyuldu. Tek açık yer olan ön kapıya gelmek üzereydi ki, en önde oturan ben, sağa doğru bir baktım kadın kapıda!

24-25’lerinde gibi görünen kadın demez mi: “Ne kadar sabırsızsınız, orucumu açtım işte!”

Ortalardan bir bey: “Boş verin” derken, kadın-erkek birkaç yolcunun: “Bu kadar da pişkinlik, pes yahu! Edep olur insanda.” Dediğini duydum.

Ardından başroldeki kadın: “Çok uzattınız, kabak tadı verdiniz be artık!” cümlesi 45 dakikaya yakın süren yolculuğumuzda son noktayı koymuş oldu.

“Beşer şaşar” tabii ki.

Kimler şaştı, kimileri şaşırdı, kimisi de şaşırttı.

 

Vesselam…