Ankara'dayız, yer Gaziosmanpaşa' da güzel bir mekân.

Akşam yemeği için geldik. Siparişlerimizi verdik, bekliyoruz. Hemen yanımızdaki masaya yanlarında iki küçük erkek çocuğu bulunan genç bir aile gelip oturdu.

Erkek çocuklardan biri 12, diğeri 6 yaşlarında. Kadın ise 40 yaşlarında, suratı neredeyse yeniden inşa edilmiş gibi, botoks, dolgu, estetik Allah ne verdiyse var. Öyle ki, kaşları gelebileceği en son noktaya kadar yukarı kaldırılmış, gerilmiş yüzündeki bakışları gerçek dışı. Gözleri sanki bir şeye şaşırmış da öyle sabitlenmiş gibi. Bu hâliyle acayip dikkat çekiyor. Adam ise 40'lı yaşlarının sonunda,  tuhaf bir hâli var. Sanki zorla getirilmiş de o aileye ait değilmiş gibi.

Neyse efendim, bizimkiler oturur oturmaz görevli garson yanlarına gidip menüyü verdi, onlar incelerken garson da başlarında bekliyor. Menü albüm kitap şeklinde, oldukça gerçekçi hazırlanmış ve restoranda bulunan yemeklerin neredeyse birebir boyutlarındaki fotoğraflarından oluşuyor. Sayfalardan birinde insanın iştahını kabartan, gerçeğinin aynısı olarak fotoğraflanmış patlıcan kebabı resmi var. Sayfaları karıştırırlarken küçük oğlan bunu görünce bir anda heyecanla bağırmaya başladı:

" Baba, baba ben suşi yiyeceğim! "

Adam ifadesiz bir şekilde cevap verdi:

" Oğlum o suşi değil. "

Çocuk adamın söylediklerini ciddiye almadan bağırmaya devam etti:

" Olmaz baba, ben suşi istiyorum! "

Adam çaresizce konuşmaya çalışıyor:

" Oğlum burada suşi yok! "

Küçük oğlan anlayacak gibi değil, bir taraftan babasına fotoğrafı gösteriyor, bir taraftan da suşi de suşi diye bağırıyor. Baba çaresizce 'oğlum o şusi değil' diyerek oğlanı ikna etmeye çalışsa da nâfile...

Mimikleri estetikten donmuş ve son derece ifadesiz anne ise tüm bunlar olurken konuyla hiç bir alakası yokmuşçasına etrafa boş boş bakınıyor. Diğer oğlan kaderine razı olmuşçasına annesinin yanında sessizce oturuyor.

Zavallı garson ise bunların başında dikiliyor ve  'yemek olarak ne sipariş vereceklerse versinler de bir an önce buradan kurtulsam' diyen gözlerle, kibarlığını bozmadan olanları izliyor.

Biz mi?

Biz ailece mekândaki diğer kişilerle sözleşmişçesine,  şaşkın bakışlarla bu aileyi süzüyoruz. 'Vay be,' dedim içimden. Çocuk hayatında kebap görmemiş ama suşiyi biliyor.

Başlarında uzunca süre dikilen garsonu bir süre daha bekleterek, menüyü tekrar tekrar incelediler. Sonunda yiyecek bir şey bulamayınca da mekânı terk ettiler.

***

'Acaba bütün bunların nedeni ne olabilir?' diye düşündüğümde bunu toplumdaki normların ya da kuralların işlevini yitirmesi sonucu ortaya çıkan dengesizlikler olarak açıklayabilirim. Bu karşılaştıklarımı Durkheim Anomi olarak ifade eder. İşte bu anomi, son günlerde belirsiz, karmaşık ve değerlerinden uzaklaşmış insanlar olarak sık sık karşıma çıkıyor.

Öte yandan, iletişim araçları ve sosyal medyayla küçülen dünyada farklı kültür etkileşimlerinin sonucu olarak husule gelen karmaşıklıklar olarak da cevaplanabilir.

Ya da bütün bunlar yabancılaşmanın bir başka boyutu sanırım.

Yabancılaşma, insanın yaşamının öznesi olmaktan çıkıp nesnesi hâline gelmesidir. Modern çağın en korunması imkânsız hastalıklarından biri de kişinin anlattığım hikâyedeki gibi kendine yabancılaşmasıdır.

Ah, canım memleketim!

Ah, canım kültürüm!

Sevgiyle kalın efendim...