Ölümüne Kıyılan Zorunlu Nikah…
Acıya sevinen zalimlerin zevk çığlıkları,
bir gün kendilerini sağır edecektir. -Bertolt Brecht
10 Ekim 2015 sabahı saat 05.30'da kalktım.
Ankara’ya gideceğim. Emek, Barış ve Demokrasi istemlerimizi bir kez daha haykırmak için… Bir yanım da gazeteci, haber yapacağım.
Ankara Gara gelmeden önceki köprünün üzerinde sesleri duyduk, birkaç dakika içinde Ankara Büyükşehir Belediyesi binası önündeyiz.
5-10 dakika önce gelseydik, ‘ölümle nikah kıyılan’ alanın içinde olacaktık.
Ölümün kıyısından döndük.
Ülkenin en ücra illerinden Emek, Barış ve Demokrasi için gelmişlerdi.
Bu ülkede, barış, devrim, insan hakları, demokrasi mücadelesi yürüten insanların aslında ölümle zorunlu nikahlı olduğunu biliyoruz. Çünkü bu uğurda bir çok insanımızı, canımızı ‘faili’ meçhul diye toprağa düşürdüler.
11 Otobüsle gelmiştik. Birden otobüsler boşaldı, hepimiz gara doğru koşturuyorduk.  Karşı taraftan da insanlar geri geliyorlardı.
Orta yaşlı adam, otobüsünü arıyordu. Üzeri kanlıydı, bir bacağı yaralı.
Alana yaklaştıkça katliamın görüntüsü netleşiyordu. Ortalıkta bir polis görünmüyordu. Gençler ambulanslara yol açmak için ‘trafik memuru’ olmuşlardı.
Yaralıları ve toprağa düşmüş canları görünce sadece yardım etmeye çalıştım. Bir müddet sonra gazeteciliğim aklıma geldi.
Her fotoğraf karesinde yüreğimin bir parçası koparılıyordu.
Bir tarafta da öfke…
Sunay Akın’ın dediği gibi; “Üstünde ‘Barış’ yazan bir afiş kefen oluyorsa, bu katliamın faili savaşta akan insan kanıyla beslenen vampirlerdir.”
Haberi yetiştirme telaşının yanı sıra televizyonlarda duyan Eskişehirliler ve 11 otobüsle giden insanların yakınlarının da telaş içinde olduklarını da biliyordum.
Edinilen bilgiler ve çekilen fotoğrafları esgazete’ye yetiştirmeye çalışıyordum.
Zaten katliam haberi ve fotoğrafları Eskişehirliler anında esgazete’den öğreniyor ve görüyorlardı.
Yaşamını yitiren, yaralanan herkes bizim; arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız, annemiz, babamız, kardeşimiz, sevgilimiz, eşimiz, çocuklarımız….
Ağızlarda bir tek ses ‘çığlık’, gözlerden akan gözyaşları, yüreklerden akan bir kan gibi…
Alandaki yatan insanlarımızı yoksa pankartları ve bezler üzerine örtülen güzel insanlarımızı…
Betül Havva Yılmaz hocamız face sayfasında yazdığı duyguları çok şeyler anlatıyor:
“Garın köşesine vardığımız sırada bombalar patladı. Birkaç dakika önce ulaşsaydık halay çekenler arasında olacaktık. Patlamanın ardından bizim bulunduğumuz tarafa doğru insanlar koşmaya başladı. Bazılarının yüzü gözü kana bulanmıştı bazılarının da üstüne başına kan sıçramış, et parçacıkları yapışmıştı. Derhal olay yerine iki akrep geldi; sonra çevikler ve tabii tomalar. Çok sayıda itfaiye aracı, ardından nihayet ambulanslar... Hızla bir dedikodu yayıldı: canlı bombaymış, devamı olacakmış. Nasıl korktuğumu anlatamam. Yabancı bir şehirde, yüzlerce binlerce yabancı insan içinde, her birinin bir canlı bomba olabilmesi riskiyle savunmasız, korunmasız her an can verecekmiş gibi korkunç bir his vardı içimde. Sıhhiye'de olacaktı miting, biz garda toplanıp oraya doğru yürüyecektik. Hal böyle olunca doğrudan Sıhhiye'ye geçelim dedik ama o sırada mitingin topyekun iptal edildiğini öğrendik. Derken yararlılar için kan gerektiği bilgisini alıp numuneye yöneldik. Tam bombaların patladığı yerden geçecektik. Yaklaştıkça bastığımız yerin rengi değişti, gördüğümüz manzara cehennemleşti. Yerlerde eller vardı; bacaklar, et parçaları. Üstlerinde barış yazan bezler cansız bedenleri örtmekte yetersiz kalıyordu.
Sanki hava pusluydu; ölümün, acının ağır rengi, kesif kokusu tam da oraya oturmuştu. Bağıra bağıra ağlıyorduk, feryat ediyorduk. Numuneye giden yol yokuştu. Başımı kaldırıp yürümekte olduğumuz yola baktım. Araba yoktu. Yüzlerce insan yolu doldurmuş aynı yöne yürüyordu. Kimi ağlıyor, kimi bağırıyor, kimi sayıklıyordu. Sanki bir filmin içindeydik. Kıyamet kopuyordu ya da bir felaket geliyordu da insanlar akın akın göçüyordu. Hastaneye vardık. Herkes hala olayın şokunda, bir yandan da kan verme telaşındaydı. Sarıldık tanımadığımız insanlara, başlarımızı yasladık birbirimizin omuzuna. Ben hep şunu soruyordum sayıklarcasına: nasıl yaşayacağız biz burada? Herkes şu cevabı veriyordu bana: inadına! Ah evet inadına... Bedenimde hasar yok da aklımı ve yüreğimi nasıl sağaltacağım acaba... Sağaltmalı mıyım ya da? İyi değilim, sanırım olamayacağım, lütfen siz de olmayın!”
Savaş karşıtı Dalton Trumbo, Johnny Silahını Kaptı kitabında Vietnam Savaşı ve sonrasını anlatıyor.
Kitaptan birkaç bölüm paylaşmak istiyorum:
“Benim kollarım ve bacaklarım parçalanacak, yüzüm uçup gidecek; ne göreceğim, ne konuşabileceğim, ne duyabilecek, ne soluk alabileceğim. Her ne kadar ölü olsam da yaşıyor olacağım.
(…)
Savaş sırasında bile bir insanın malını mülkünü koruyan yasalar var da, insanın hayatının yalnızca kendisinin olduğunu yazan tek bir kitap dahi yok.
(…)
Tüm bunlar gecenin bir yarısı rüyalarımıza girince çığlıklarla uyanıyor muyuz? Hayır. Bunlara dair rüyalar görmüyoruz bile, çünkü düşünmüyoruz bunları; önem vermiyoruz bunlara.
Daha çok kanun ve düzen ile ilgiliyiz…”
Nefes alıyor mu diye dokundum, ilk kez yüzünü gördüğüm insana.
Sessiz…
10-15 dakika önce muhakkak, barış için, emek, demokrasi için bağırıyordu. Halay çeken arkadaşlarına alkış tutuyordu.
Oysa biz 5 dakika geç kalarak ölümün kıyısından dönmüştük.
Hareketsiz kaldım, etrafa baktım.
Ölüm kıyısından dönmek mi iyi, yoksa ölümün içinde mi olmaktı.
Yani, ölümün kıyısında döndüğümüz için hiç sevinmedim.
O gencecik insanlar ölmemeliydi.
Onları barışı, emeği, demokrasiyi bizim düşündüğümüz en güzel anları onlar getirecek, yaşatacak zamanları vardı.
Zaman mı durdu, yoksa zaman su gibi mi akıyordu?
Ancak, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda yazdığı şiir gibiydi Ankara Garı..
“Öyle zor bir şey vardı ki rüzgârında
Bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı'nda.”
Artık Ankara’ya her gittiğimde(trenle gidiyorum); yüreğimize gömdüğümüz yerde, güzel insanlarla bir kez daha konuşacağım.
Afşar Timuçin’in ‘Savaşçının Ölüm Türküsü’ şiirini okuyacağım.
“Yorgun kuşlar dökülüyor göklerden
Kaskatı rüzgârlara çarpa çarpa
Yorgun kuşlar dökülüyor uzaklardan
Yorgun kuşlar göklerin avucunda
Sonsuzluğa serpiliyor dağlardan
 
Ne düştüğün gök, ne varacağın toprak
Seni bir bitmişlik diye anlamayacak
Her yerde izi var kanatlarının
Her yere saçıldı duyarlıkların
İşte sonu geldi yorgunlukların
Başka kuşlar olacak bundan sonra
Zaman kadar bitimsiz göklerde
 
Güneşe en yakın doruklarda
Yeni kuş yuvalarında, yeni kuşlar
Kanatlanıyor çığlık çığlığa
Göklere yeni çırpınışlar gelecek
Ne üzül, ne kıskan, ne acı çek
Bir sonsuzluk gibi geçtiğin göklerden
Artık başka güzellikler geçecek”