Atatürk’ün o evrensel sözüyle başlayalım:
“Yurtta barış, cihanda barış.”
Peki şimdi sormak gerekiyor:
Aklımızla dalga mı geçiliyor?
Bu ülkenin en donanımlı, kariyerinde zirve yapmış akademisyenleri sadece “Barış” dedikleri için işlerinden oldular.
Barış istedikleri için cezalandırıldılar…
Ve onları cezalandıranlar ödüllendirildi.
Kimi ülkesini terk etti, beyin göçünün bir parçası oldu.
Gidemeyenler, hayata tutunmak için her işi yaptı.
Yine de başlarını dik tuttular.
Daha dün “terörle işbirliği” yaftasıyla tutuklananlar oldu.
Hapishaneler “hayır yok böyle bir şey” diyen gençlerle, yaşlılarla doldu taştı.
Sonra bir anda Lozan Anlaşması yeniden gündeme geldi.
Hatırlarsınız, daha önce de gündeme gelmişti.
O dönem tepkiler ölçüldü, sonra rafa kaldırıldı.
Ama bu kez niyet daha derin…
Barış isteyen herkes suçlu ilan edildi bir dönem.
“Anneler ağlamasın” demek, “Bu savaş bitsin” demek bile cesaret ister hale geldi.
Şimdi sormaz mıyız?
Bu halk, bu kadar mı akılsız, bu kadar mı değersiz?
Hayır! Herkes görüyor, herkes biliyor…
Ama neden?
Neden bu süreç açık açık, halkın seçtiği vekillerle, uzmanlarla, ötekisiz bir masada anlatılmıyor?
Gerçek barış için neden ortak bir zemin oluşturulmuyor?
Çok garip değil mi?
Düne kadar “ihanet” diyerek haykıranlar, bugün aynı kelimeleri “barış” diye söylemeye başladılar.
Peki o zaman yitirilen yıllar, kırılan hayatlar, dökülen kalpler?
Bu böyle mi olacak?
Barış istiyorsak önce kendi yaramıza dokunmalıyız.
Önce “Yurtta Sulh” yani yurtta barış sağlanmalı.
Başta gençler olmak üzere, haksız yere içeride olan herkes özgürlüğüne kavuşmalı.
Sonra hep birlikte bir bayram havasında, omuz omuza “Barış! Barış!” diye haykırmalıyız.
Çünkü bu topraklarda barış olmadan, ne adalet olur, ne gelecek, ne de umut…